Ters Köşe

 

Suruç ve Ankara katliamlarının üzerine bir de Tahir Elçi’nin katli 12 Eylül’80 eşiği ertesinde zamanın ileriye değil geri doğru sardığını iyice pekiştiren son travma oldu. Teker teker travmaların değilse de 12 Eylül rejiminin üzerimizden atamadığımız bir deli gömleği olduğu tarihsel gerçeğinin yasını tutmanın inkâr-öfke-pazarlık-depresyon-kabullenme zincirinin hangi aşamasında olduğumuz, siyasi ideolojimiz kadar dünyayla girdiğimiz ilişkiye göre de değişiyor olmalı.

 

Ama en kasvetli günün basıncında bile insana soluk aldırtan gelişmeler de olmuyor değil.

 

Yukarıdaki manşetin ilk elde işaret ettiği gazeteci zindan buluşmaları zinciri vakaları son halkasından iyimserlik türetecek saflıkta bir mizacım olmadığı umarım okurların da malumudur. İma ettiğim ferahlatıcılığın kaynağına gelince: Sözcüklerin yan-anlamıyla el yükseltmeyi benimsesem “devrim” diyeceğim birkaç paralel tema gizli o tepeye çıkarttığım manşette, en azından benim için.

 

Yazı başlığımın ilhamıyla başlarsam, futboldan ve kuşkusuz en tansiyonlu ânı penaltıdan türeme deyim: Atışı yapanın golün berisindeki başlıca jesti kaleciyi topun gideceği köşenin aksine yatırmak. Basketbolda defansı şaşırtıp aradan sıvışmaya “feyk” deniyor.

 

Kazanılmış her düello gibi her ikisi de zekâ kadar beceri ve deneyim de gerektiriyor. Çünkü karşılarında yine kendileri kadar işi oyunculuk olanlar var. Onların hazırlıklı olacağı manevraları tekrarlamanın yetmeyeceği bir gafil avlama mahareti gerektiriyor. Sonuncusu “Boston Legal” olan Amerikan dizi ve filmlerinden tanıdığımız; Ama sorunsallaştırıldığına, hatta dile geldiğine pek tanık olmadığım bir fark var. Amerikan hukuk pratiğiyle bizimki arasında. Hukukun sosyal/siyasal misyonunun ağırlığından pek sıra gelmiyor belli ki. Avukatın, hatta savcının veya yargıcın yaratıcı inisiyatifi. Lise müsabakalarından tanıdığımız münazaraların sahnesi olabiliyor adeta o mahkeme salonları. Üstelik, konunun müsabaka öncesinden belirlenemediği bir münazara ortamı oluyor bu sahne. Avukat/savcı, dava konusunun ilk akla getireceği konularla pek ilgisi olmayan mecralara kadar sürükleyip paradigma değiştirici derecede radikal farklılıkta veçheleri dahi sahnenin merkezi temasına dönüştürüp toplumun en köklü alışkanlıklarının bile sorgulanabildiği siyasi/ideolojik bir alana çekip, dahası epik bir tiyatro sahnesine dönüştürebiliyorlar mahkeme mekanını.

 

Kuvvetli belagatları olduğu aşikâr. Ama sonuçta onlar da vücut dili ustası birer tiyatro artisti ya da keskin dilli birer şair değiller. Hukuk fakültelerinde, mesela bizim Hukuk’ta da yapılan mahkeme ortamı canlandırmaları ötesine geçen kuvvetli, beden eğitimi, diksiyon, edebiyat, felsefe, mantık ders ve temrinleri veya atölyelerinden müfredat devşirildiğini duymadım. Bu maharetleri yeniden-üretmenin sırrı mimarlık, tasarım ve sanat atölyeleri misali müfredatlara bağlanmış olsa duyardım herhalde.

 

 

Sanırım bu epik maharetin yeniden-üretilmesini sağlayan ilk faktör işleyiş prosedürlerini laf edecek seviyede bilmediğim hukuk pratiklerinin işleyişindeki esnekliklerse, ikincisi de avukat/savcı hatta yargıç, hukuku temsil eden öznelerin yaratıcılığında; bazen birbirlerini, hatta kimi zaman da düpedüz düzenin işleyişini bir ucundan tutup hazırlıklı olunmayan hamlelerle ters köşeye yatırıveriyorlar. Tek başına “ağzı iyi laf yapma” ya da “karizma” klişeleriyle açıklanabilir cinsten olmuyor bu hamleler.

 

Dil ve vücut kullanma becerisiz de olmazdı kuşkusuz, ama her yerinde hamle gibi koşullar her neyse onları kurmak istediği eleştirel ortamın lehine çalışacak şekilde kullanmayı becermiş sanatkarane/zanaatkarane/mesleki yaratıcı bir zekanın ürünü olduklarına kuşku yok ve bu anlamda da koşulları iyi ve maharetle yorumlamış, başarılı bir sanatçı, mimar, tasarımcı ya da mesela politikacıdan bir farkları olmuyor.

 

 

Tasarım ve mimarlığın tanınmış simaları ve Tasarım Bienali’nin küratörleri Beatriz Colomina& Mark Wigley, çağımızda herşeyin tasarım haline geldiğine vurgu yapmış. Öyle ya, ilişkinin, imgenin, kimliğin, algının, hatta düpedüz yönetmenin tasarlanıp yönetildiği bir dünyada hukuk pratiği neden tasarlanıp yönetilmesin?

 

Şöhretini, yaratıcılığı kadar Agamben’in “kutsal insan” diyeceği şeytanlaştırılmış ünlü müvekkillerine de borçlu “şeytanın avukatı” lakaplı Fransız avukat Jacques Verges gibi gerçek simaları da yok değil bu profilin. Edebiyat eleştirmeni Nurdan Gürbilek, onun yöntemini kullanarak “Suç ve Ceza; Raskolnikov, Klaus Barbie ve Kenan Evren” başlığıyla yaptığı ve “Sessizin Payı” derlemesine de aldığı parlak Kenan Evren eleştirisiyle şeytan savunusunun sosyal/siyasal, hatta edebi eleştiriye taşınabilirliğini kanıtlamıştı.

 

 

Hukuk pratiğindeki yaratıcı şahsiyetlerin tanınırlıklarını hep Verges gibi sansasyona borçlu oldukları da sanılmamalı. Doğu Alman kökenli saygın hukukçu Bernhard Schlink yaratıcılığını sadece istisnaya odaklanıp Doğu Almanya’nın Batı’ya katılmasının pek kimseyi ilgilendirmemiş hukuki sorunlarıyla akademik ilgiyle uğraşması ertesinde resmi/sorumlu görevler de üstlenmesine değil, hukuka bulaşık insani dramlara odaklanmış kayda değer bir edebi külliyat oluşturmasına da borçlu. Tanınırlığı şöhrete taşıyan “Okuyucu”nun Türkiye’de de oynamış, çok-izlenir filme dönüşmesi olmuş.

 

 

Ötesi de var: kulağa hoş gelmeleri uğruna mecbur muyuz o “demokratik”, “özgür”, bağımsız”, “özerk”, “sivil” vs. sözcükleri; yerli yersiz defalarca işitmeye. Devalüe de olup, etkisizleşiyorlar üstelik. Dolayısıyla yaratıcılık muhalefette de şart!

 

Zekâ ve yaratıcılık rakibi hataya da zorlar. Nitekim öyle olmuş, talep reddedilirken yapılan gaflar gazetenin ertesi günkü nüshasının manşetiyle birlikte bir tam sayfasını da kaplamış. Sanıkları, hatta kimi yasa maddelerini değil, hukukun diliyle de birlikte kendisini konu haline getirtmiş.

 

O başta hukukçular hepimizi çaresiz bırakan hukuk sistemi, salıverilmeyi reddeden temsilcilerinin ağzından açıkça ve diliyle birlikte kendini savunur ve dayatır hale getirilmiş. O kimsenin, bazen hukukçuların bile anlamadığı malum hukuk dili alenen talep ediliyor. İtirazın yeniden ve o dille yapılması isteniyor red gerekçesinde. Geriye de kala kala Gül’le Dündar’ın azad edilmeleri kalmış ki onu garantileyecek bir savunma yöntemi icat edilse haberdar olurduk herhalde.

 

Üç cümlelik itiraz dilekçesinin hasmı çaresizleştirmiş son zekâ hamlesi de en çatık kaşlı resmiyeti bile gayrı-resmiyete davet edebilen sizli-bizli öznel üslubu. Sadece kısa oluşu nedeniyle manşete yatkınlığı değil, üslubu militanlaştırıp çekici bir siyasi çağrıya dönüştüren; Fidel Castro da Habitat 2” konferansında böyle hitap ederken, ABD, Batı vs. ülke adı özel isim zikretmesine gerek bırakmadan her “siz” dediğinde dünyanın hali vakti -yerinde Kuzey’ini “biz” dediğinde de kıt-kanaat Güney’ini kastettiğini belli edebilmişti. Hep böyledir, kamuya hitap dili “biz”le mağdur çoğunluğu; “siz”le de ister emperyalistler, isterse de ne hükümet ne de siyasi iktidarla sınırlanamayacak; avantajlarıyla hukuk pratiğini de kendine çalıştırabilen bir toplumun devletle içiçe hâkim sınıflar iktidar bloğu olsun egemen bir azınlığı işaret eder. Bunun garantili bir şifre çözücü şablon olarak kullanılamayacağını söylemeye gerek yoktur herhalde. Opel reklamındaki jön Behzat Ç’nin ya da statüko bekçisi politikacının sizli-bizli hitabetiyle karıştırmamak gerekeceği aşikar… Onlar Althusser’in kastettiği anlamda “ideoloji bireyleri özne olarak çağırır.” Kategorisinin örtü kalkınca gafil avlanmış halleri.

 

 

Hal böyleyken isim/makam/kurum, özne telaffuzuna, Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanının, AKP’nin ya da hükümetin adını zikretmeye hala gerek kalıyor mu? Avukatlar ve sanıkları bunu kastetmiş miydi? Niyet okurlarının işine karışmayayım…

 

“Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser!: Karl Marx”ıyla “Kahrolsun bağzı şeyler”iyle,  “Çare Drogba”sıyla  böyle bir kollektif akıl ve zekanın sürekliliğiyle bildiğim sadece bir kez “Gezi”de buluşmuştu bizim muhalefet.O da yine  Agamben’in adlandırmasıyla“herhangi tekil” [whatever singularity] [1] olup; temsili kimlik edinmeyi tercih etmediğinden ”Gezi” dışında tanımlayıcı  bir sıfat/isim edinmemiş oldu.

 

 

 

 

Dinot………………………………………………………………………………………………………………………………………..

[1] Felsefeci Ferda Keskin daha Gezi vakası tazeyken (ilk haftası içinde)  bu kavramsal adlandırmaya Açık Radyo’nun Metropolitika programında dikkat çekmişti. Bu kadar zaman geçti,olay üzerine daha akla yatkın bir kavramsallaştırmaya tanık olmadım.

 

Ferda  Keskin  söyleşisinde bu hareketliliğe katılmış üç ayrı grubu ayırdediyordu; ilki Taksim Platformu çevresinde bir süredir park için çevre eylemi örgütlemeye çalışan grup. Sonra da, çadırlar kurulup eylem başlayınca hemen harekete geçen ve hareketin omurgasını oluşturacak ikinci grup, üçüncüsü de hareket kitleselleştikten sonra onu kendi siyasi/ ideolojik hedefleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışan safı baştan belli üçüncü kategori gruplar. 3. grupta sahneye ilk çıkanlardan biri, Cumhuriyet ve Bayrak mitinglerinden beri fırsat kollayan "Mustafa Kemal'in askerleri" olmuştu. 90'lar kuşağı olarak adlandırılıp hareketin omurgasını oluşturan ve hareketin özgüllüğü dolayısıyla atıf yapılan grup ikincisidir, diğerleri zaten eskiden beri olan, örgütlenme şekilleri; hatta ideoloji ve hedefleriyle tanıdığımız gruplardır, tanıdığımız ve beklediğimiz şekilde de davranmışlardır.                                                                                                                                    

 


 

- Advertisment -