Ana SayfaYazarlarHayat için çocuk, ölüm için yetişkin

Hayat için çocuk, ölüm için yetişkin

 

“Öldürdüğüm her insanla birlikte evden daha da uzaklaştığımı hissediyorum”.

Steven Spielberg’in “Saving Private Ryan (Er Ryan’ı Kurtarmak)” filmindeki bu replik, ölmenin-öldürmenin kolayca gündeme geldiği, dile getirildiği bu ülkede sık sık aklıma geliyor.

Spielberg’den haz etmem ama bu filminin ilk 20 dakikası, çok az savaş filminin algıda yaratabildiği cehennemin ta dibidir.

O bölümde İkinci Dünya Savaşı’nın dönüm noktalarından Normandiya Çıkarması’na katılan müttefik kuvvetlerinin “sahile ayak basma” sürecini izleriz.

Spielberg’in asker tarihçilerin “gerçeğe çok yakın” buldukları filminin ilk sahneleri, aslında savaşlara dair ipuçlarını halat eyler, gerçeğe tırmanmayı arzu edene…

 

Müttefik birliklerinin bir bölümü Kuzey Fransa’da Omaha plajına çıkar.

Kökenleri, renkleri, milliyetleri birbirinden farklı askerler önce gemilere, sonra çıkarma botlarına binip ulaşırlar sahile.

Çıkartma botuna sardalya konservesi misali istiflenen askerlerin çoğuna sadece ölüm korkusu hâkimdir.

Belki bir kısmı da o korkuyla, düşmanı yok edeceğini, kahramanca savaşacağını, memleketine göğsünü madalyalarla kabarta kabarta döneceğini düşünerek mücadele edeceğine inanır.

 

Çıkarlar sahile… O anda Alman koruganlarından açılan yaylım ateşle, havan ve obüs sağanağıyla biçilir yüzlercesi.

O sahile ayağını bile basamaz; botun, denizin içinde “o an”da hayatını kaybeder.

Ne kahramanlık, ne savaşmak… Daha seni öldüren düşmanın çehresini, neye benzediğini, hatta ateş saçtığı yeri bile göremeden… Ölüm.

Öldüğünü, kurşunun alnına değdiğini bile fark etmeden… Ölüm.

Savaş(a)madın bile, sadece öldün.

 

Oysa askerde aldığın çoğu lafız, zerresi uygulamalı eğitime göre (¹) elindeki tüfekle neler yapacaktın sen çocuk.

Dartta bile bulamadığın isabeti, elinde eğreti tüfekle çatışma sathında arayacaktın.

Dörtlü müfreze koluyla sürünüp ardından sıçrayarak tepeyi alacak… Düşman hatlarını yarıp, Rapunzel’i saçlarını hiç acıtmadan kurtaracaktın.

Sonu türlü kıyametten sonra mutlu biten filmlerdeki gibi eve alkışlar, konfetiler, karanfiller koridorundan geçerek dönecektin.

Nereden bilecektin, o törende tabutun içinde olacağını.

O tabutun önünde dua, nefesini bedduadan alır… Nereden bilecektin?

 

“Çocuk” dedim de, öylesine demedim.

O savaşta, Normandiya çıkarmasında yer alan düşmanların düşmanı Alman askerlerinin yaş ortalamasının 19 olduğunu yazıyor tarih.

İhtiyatlar, redifler, muvazzaflar, emekliler falan artık hep savaştaymış, onlar bitince askere alınma yaşı 16’ya inmiş, 15 yaş da 1945’e kalmış.

Savaşın son demlerinde cepheye sürülen 15-16 yaşındaki düşmanları öldürmüş, onlardan birkaç yaş büyük müttefik abileri.

 

Misal… Fotoğraftaki ağlayan çocuk 16 yaşında. İsmi Hans Georg Henke.

Hitler’in “genç” askerlerden oluşan birliğinin üyesiymiş.

Fotoğraf Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonundaki mağlubiyetinden bir gün önce, 1 Mayıs 1945’de çekilmiş.

O bol paltosu, üniforması bile korkusunu, gözyaşlarını, çocukluğunu örtememiş.

 

Çocuk deyince…

Roman gibi, film gibi iki farklı çocuğun hikâyesi de kayıtlı tarihimizde.

Romanı yazılmadı, filmi çekilmedi ama şarkısı yapıldı o iki çocuğun.

1980 yılında bir korsan gösteride 20 yaşındaki inzibat eri Zekeriya Önge vurularak öldürüldü.

Onu öldürdüğü iddiasıyla 17 yaşındaki Erdal Eren idam edildi.

Kemik yaşını dikkate almadan, avukatıyla görüştürmeden, tanıkları dinlemeden, kurşunun balistiği bile yapmadan bir buçuk ayda yargılayıp, astılar.

Yediği dayaklardan yaralı/bereli idam ettiler. 12 Eylül darbesine kan yetiştirircesine…

Yaşamak için “fazla suçlu”, ölmek için yeterince büyük olduğuna karar verdiler.

Alucralı Zekeriya dersen, kim hatırlar?

 

Giresunlu o iki çocuğun şarkısını yaptı Teoman. Önce “Daha 17” ile Erdal Eren’in… Sonra da “İki Çocuk” şarkısıyla, ikisinin.

Teoman’la yapılan bir röportaj yayınlandı, 2006’da Günaydın’da.

Söz ve müziğini yaptığı İki Çocuk şarkısına aldığı Eren ve Önge’nin akrabası olduğunu söyledi. Ve ekledi:

“Önge ile Eren de birbirlerine uzak da olsa akrabalar, kan bağları var…”

Şöyle dedi şarkısında:

“Ateş harlı delikanlılar /ne şehit ne kahramanlar

düşmansız bir savaşta /düştüler kalkmayacaklar…”  

 

İlki de, yani Er Ryan da “dünya” savaşıydı, “dünya” savaşının ikincisiydi…

Ülkemizden ikinci hikâye de, “dünyalar” savaşıydı belki.

Farklı dünyaların, hayatların ya da benzer olup da “o an” karşı karşıya getirilmişlerin -ne yazıktır ki- savaşı…

 

Yaşadığımız yeryüzüne “dünya” denmiş.

Diğer gezegenlerden farklı olduğu için belki, “dünya”… Hani “hayat” olan gezegen.  

Sözlükte satırlarca anlamları arasında “hayat”a da karşılık gelen “dünya”.

Bu tanıma, “his”e rağmen, Dünya Savaşları… Ne yaman, ne olmaz, sanki oksimoron bir kelime.

Ve “dünya”lar savaşları, tarihin yazdığı gibi 1. ve 2.’den ibaret değil.

Ucunu kaybettim, darbeler, savaşlarla geçen “dünya”mızda.

 

BİR FİLM/BİR REPLİK

 

GARP CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK

 

Dünya, hayat böyle; yanımızda, az uzağımızda-çok uzağımızda, içimizde-dışımızda savaşlarla geçiyor da…

 “Ajans haberleri”, Erich Maria Remarque'ın romanının başlığa aldığım adından ibaret.

Remarque, Birinci Dünya Savaşı'na 16-17 yaşında bir asker olarak katılır.

Altı arkadaşı siperde, yanı başında can verir. O da üç şarapnelle yaralanır.

Ardından radyoda haberleri sunan spikeri işitir:

"Garp cephesinde bugün kayda değer, yeni bir şey olmamıştır."

Öyle… Bazı dönemlerde, bazı ülkelerin her döneminde, ne ölüm yenidir, ne öldürmek.

 

Yönetmen Lewis Milestone’un 1930 yapımı filmiyle de hafızalara kazınan romanın kahramanları lise öğrencileridir.    

Alman İmparatorluğu’nun “Demir Gençlik”ine katılma hevesiyle askere yazılırlar.

Hans Henke gibi, Zekeriya gibi, Erdal gibi yaşarken “çocuk” sayılan, ama savaşır ya da ölürken “genç”liğe atanan yaşsızlardır onlar.

Kız çocuğu olsan da fark etmez bizim gibi ülkelerde… 13 yaşında bir imam marifetiyle “evli kadın”, bir gerdekle “anne” olursun.

Sonrası, eğitim zayiatı.

 

Lanet edersin Remarque’nin romanındaki gibi:

“Kimsesiz çocuklar gibi bırakılmış, yaşlı insanlar gibi görmüş geçirmişiz…

Kabayız , üzgünüz, satıhtayız… Galiba mahvolmuşuz.

(…) Gencim ben. Ama hayatta bildiğim tek şey umutsuzluk, ölüm, korku. Ve bir acı uçurumunun üstüne atılmış sığ, soytarıca bir keyif…

İnsanların nasıl birbirine düşman edildiğini, nasıl ses çıkarmadan, bilmeden, ahmakça, uysalca, masumca birbirlerini boğazladıklarını biliyorum.

Dünyadaki en keskin zekâların bu işkenceyi büsbütün inceltmek ve uzatmak için silahlar, sözler icat ettiğini görüyorum.”

 

Evet, romandan 70 yıl sonra da her gün dinliyoruz savaşları meşru kılmak için “dünya liderleri”nin icat ettiği lafları:

“Bir tek emir bu sessiz gölgeleri bizim düşmanımız yapmış; yine bir tek emir onları dostlarımız yapabilir.

Bir masa başında hiçbirimizin tanımadığı kimi adamlar bazı kağıtlar imzalıyorlar.

Ve sonra, önceden dünyanın en büyük suç saydığı ve en şiddetle cezalandırdığı şey, bizim en yüksek gayemiz haline geliyor ve bu yıllar boyunca sürüyor.

(…) On sekiz yaşındaydık. Tam yaşamayı ve dünyayı sevmeye başlamıştık. Bizi bu dünyayı felakete sürüklemekle görevlendirdiler.

İlk bomba bizim kalbimizde patladı. Çalışma, emek, ilerleme dünyasıyla ilgimiz kesildi.

Böyle şeylere inanmaz olduk. Biz sadece savaşa inanıyoruz artık!”

 

(¹) Erich Maria Remarque “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanında o “eğitim”i şöyle özetler:

“On hafta askerlik eğitimi gördük, bu süre içinde on yıllık okul hayatımızdan daha kesin bir biçime sokulduk.

Parlatılmış bir düğmenin dört ciltlik bir Schopenhauer'dan daha önemli olduğunu öğrendik.

Önce şaşkınlık, sonra öfke, nihayet umursamazlık içinde burada zekânın değil ayakkabı fırçasının, düşüncenin değil sistemin, hürriyetin değil talimin sözü geçtiğini anladık.”

 

- Advertisment -