Ana SayfaYazarlarGöğüs kafesi ve dar odalar

Göğüs kafesi ve dar odalar

 

“Sıkıldım, sıkıldım… Çok sıkıldım…”

Bazen söylenirim böyle; “s”ini tıslata tıslata, uzata uzata “Sıkıldım”

Abartıyla karışıktır. Yankı Vadisi’ne gidip de orada bağırıp çağırmak gibi.

Uçurumlarca çoğalttığın kendi sesin, sana kalabalık, hoş gelir.

 

Sıkıntı eşiğimin yüksek olduğunu, kronik can (iç) sıkıntısına, bunalıma pek yatkın olmadığımı sanıyorum. (Şahitlerim Yankı Vadisi’nden)

Benimki olsa olsa Oyuncakçı/Kitapçı Amca melankolyası.

O hâlin de doğurgan, yeni anlamlar üreten rafları, hayâlleri, denizler altında 20 bin fersahları, Neverlandları, Sherwood ormanları olmalı.

Can sıkıntısının eşiğinde -kendiliğinden- gelir öyle şeyler, sıkıntıyı iktidara taşımayacak meşgaleler…

Eve buyur etmeden kapıdan çevirdiğin o yapışkan duyguyla yaka-paça da olmazsın… Yüz göz de.  

 

Şüphesiz sözünü ettiğim, “cep delik/cepken delik” değil de gündelik can sıkıntısı. 

Yani sıkıntının ekonomik, politik filan sayılamayacak basit, alelâde of-puf hâli.

Seçim sürecinde izlediğimiz hokkabazlıkların, Hacivatlıkların yürek daraltan sendromu da bu kategoride değil tabi.

Onun yarattığı sıkıntının tarifi, sözlükte totalitarizmi açıklayan cümlelerden geçiyor. 

Memleketin hâlinden, siyasetten, ekonomiden, savaşlardan, yoksulluktan, insanca, adil, özgür bir yaşamdan uzakta durumlardan duyulan derin sıkıntı başka bir şey.

O minvalde duyulan hayâlkırıklığını, umutsuzluğu, acıyı, üzüntüyü, kızgınlığı “can sıkıntısı” diye özetlemek, en hafif tabiriyle dağarcık yoksulluğudur zaten.

 

Peter Toohey, Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi kitabında sıradan sıkıntıyı, “önceden kestirilebilir durumların sonucunda ortaya çıkan çıkan basit can sıkıntısı” olarak açıklıyor.

Uzun (ve hep aynı) nutukları, kilise ayinlerini dinlemek, sürekli aynı işi yapmak gibi:

“Çok uzun süre değişmeden kalan her durum sıkıcı olabilir. (…) Ve insan böyle hissettiğinde, zaman sanki yavaşlar, öylesine yavaşlar ki sonunda durur.

İnsan kendini olan bitenin dışındaymış gibi hisseder. ”

 

Can değil an sıkıntısı

 

Boşluktan, zamanı değerlendirmek yerine öldürmek rutininden de kaynaklanabilir.

Hayata dair natürmorttan, heyecansızlık, isteksizlik, hevessizlikten de…

Belki sebebi sorulunca “Hiiiç…” deyip de ayrıntısına gir(e)mediğimiz, bünye gazları-gurultuları.

 

Bahsettiğim harcıâlem “sıkıntı” beni pek basmaz da, yanımdan geçer bazen. (Hadi ona “can” sıkıntısı değil de, “an” sıkıntısı diyeyim)

Bir ortamdayızdır misal. Aklım ceviz ağacında, hevesim başka daldadır.

Üstelik or’tam da, tam değil, yarım da değil, çeyrektir.  (“Ortam”ı; sütunun arkasına saklanıp cep telefonunu karıştıran çağrılamayan garsonu, telefonunu saklanmadan sürekli karıştıran masamızdaki elemanı, kalın (şişe dibi) rakı bardağını, suyu görünce mahcubiyetten eriyen mini mini buzları, etsiz çiğköfteyi, dereotsuz cacığı bile içine alan geniş bir kelime olarak kullanıyorum. Her şey ortamdır.)

Dinlerim, bakınırım biraz, o curcunada sıkıntının nümâyişe dönüşen ayak seslerini duyarım.

Öyle anlarda içimden tıslarım, kapıma gelmesin diye usulca mırıldanırım:

“Sıkıldım, sıkıldım, sıkıldım…”

İlle de gelirse… Destursuz kalkarım, genelde. Kalkınca da kanatlanırım doğrusu.

Yakın arkadaşlarım bilir bu önlenemez hâlimi, varolsunlar hiç gönül koymazlar.

Bilirler ki o “an”lık can sıkıntısının, onlarla yakından-uzaktan bir ilgisi yoktur.

Onlar davet etmemiş, onların sohbeti/muhabbeti getirmemiştir can sıkıntısını. Kendi gelmiştir.

 

Sıkıntının kuşe davetiyelisi

Herhalde öyle bir şeydir zaten can sıkıntısı.

Çoğu zaman ansızın, davetsiz gelir.

Lâkin bazen de davetlidir.

“Sıkıntıyı kim davet eder ki” diyebilirsiniz, ama bazı insanların kuşe, gramajı ağır davetiyeleriyle buhran protokolü tam da öyledir.

Öyle davetkâr bir hâlleri, içinden eli çekilmiş eldiven gibi öyle bir kendini bırakmışlıkları, elverişlilikleri vardır ki…  İlk celsede sıkılmaya hüküm giymişlerdir.

Can sıkıntısı koşturarak, gümbür gümbür gelir… Gitmek bilmez.

Yahut zaten hep oradadır da, çağ yorgunu tahtelbahir gibi oksijeni azalınca yüzeye çıkar.

Vardır elbet bir sebebi.  

 

Kimi kolay sıkılır, sonra da sıkılmaya kolayca alışır.

Kiminde bu tuhaf denklem sıkılmaktan sıkılmamak gibi kronik bir sonucu, kayıtsızlıkla beslenen Oblomovumsu bir döngüyü de ortaya çıkarabilir.

Oysa, basitinden de olsa… Sıkıldığımızın anlaşılmasını istemeyiz çoğu kez.

Sıkılmamıza eşlik edecek efradın gözünün içine baka baka sıkılmak, adab-ı muaşerete aykırıdır zira. 

Şık durmaz abiye maskemizle. Aykırı durursa, o zaten yaman mesele.

 

“Can sıkıntısı”yla -bile- baş edemeyen birisi olarak görünmek de istemeyiz. Koca adamızdır sonuçta.

Çocukken çabucak sıkılır ve sıkıldığımızı harika gösteririz de, büyüyünce öğreniriz öyle uluorta sıkılmamayı.

Hatta yüce dertlerle uğraşan milyonlarca insanın, bu durumu biraz snop, koket bularak, “Kala kala bu mudur derdin?” diye dudak bükmelerinden endişe ederiz.

Ve perdeleriz suretimizi.  

 

Sıkıntıya karşı şeytan kovucu uğraşılar

 

İnsanların sıkıldığını belli etmemek için yaptığı şeyler, bulduğu yollar ise bazen en eğlenceli mim gösterilerini, skeçleri yaya bırakır.

Hoppada atılan bir kahkaha, otomatiğe bağlanan eğreti mimikler, manik atağa kanat çırpan mutluluk kelebekliği, konuşanın gözlerine uzaydan kenetlenme çabası, cep telefonunu bataryasına kadar karıştırma hâlleri, durma çağrılan garsona “Daha daha neler var bakalım” soruları…

Komiktir düşünürsen de, trajik yanını pas geçemezsin esasında.

Sıkıntıyla itişmek, onu daha da sıkıcı çabalarla göstermemeye çalışmak, ne gerekli, ne de geçerlidir.

Sıkılırken, üstüne bir de tek kişilik oyun. Elinde kendi kurukafan.

“Çaresi nedir?” derseniz, çok abanıyorsa “Kalkın, uzaklaşın” derim.

 

Tabi bir de can sıkıntısını dağıtmak için yapılan şeyler var.

Öyle bir şeydir ki meret, mutlaka dağıtılmalı, parçalanmalı, yılanın başı küçükken ezilmelidir.

Sıkılmanın insanlık hâllerinden, duygu kalabalığından birisi olduğunu, hatta insanı tetikleyebileceğini kabullenmek istemeyiz pek.

Can sıkıntısıyla siper savaşına girmek, onu uzaklaştırmak için şeytan kovucu uğraşılara girişmek, ondan beter bazı kurslara yazılmak… Şart mıdır?

Bence değildir.

 

Can sıkıntısını etrafındakileri -araç gibi- kullanarak gideren/geçiştiren insanların ise müstesna bir yeri vardır bencillik tarihinde.

Perihan Mağden Yıldız Yaralanması romanına öyle bir karakteri yerleştirir.

Yıldız,  ülkenin en popüler yıldızıdır. Sıkıntılarını çevresine aldığı insanlarla, “oyuncak bebekleri”yle giderir.

Sadece kendi sıkıntıları önemlidir, gidermek için oynar onlarla…

 

Göğsüne bir pencere aç evladım

 

Can sıkıntısının her kuşatan duygu gibi öğretici, sağaltıcı bir tarafı, bir çıktısı olduğunu savunanlar da az değil.

İyice sıkıldığında şapkanı çıkarıp önüne koyarsan, hayatında neyi isteyip, neyi istemediğini etraflıca düşünürsün belki.

Durumu ciddi ciddi sorguladığında o düşünceler bazen seni öyle yerlere götürür ki, şapkan uçar.

 

Misal sıkılıyorsan odanda, belki de o an, oraya sığamadığın içindir.

Kendini don gömlek dışarılara atmak yerine, oraya sığamamanın aslında sağlıklı, normal bir durum olduğunu düşünebilirsin. 

Dardır odalar, dört duvardır.

Göğüs kafesin de, bazen sadece kafestir sonuçta.

 

Çocukken "Sıkıldım…" dediğimde, rahmetli annem "Göğsüne bir pencere aç yavrum" derdi.

O zamanlar gülerdim de, sonradan anladım pencereleri, pervazları.

İçimizin içimize sığmamasını, neşeye, sevince, coşkuya dair bir durum olarak yorumlarız da…

Diğerinin belki de “oda”mızla, odadaki hayatımızla, kendi duvarlarımızla, kafesimizle ilgili mide ekşimesi gibi bir uyarı olduğunu neden düşünmeyiz?

Böyle düşününce, sıkılır mı insan?

 

BİR FİLM/ BİR REPLİK

 

AŞK AMA SIKICI

Sıkıldıysanız, Kieslowski’nin “Öldürme Üzerine Kısa Bir Film”inden bir repliğin zamanıdır.

Başroldeki genç adam, sinema gişesinde törpüsüyle manikürlenen kadına sorar: 

Film iyi mi?”

“Hayır sıkıcı” der kadın.

“Konusu ne?” diye ısrar eder adam.

Kadın bunalmış bir ses tonuyla yanıtlar:

“Aşk, ama sıkıcı…”

 

 

- Advertisment -