Ana SayfaYazarlarFigüran mevsimler

Figüran mevsimler

 

“Al gözüm seyreyle Salih” metoduyla yaptığım uzun, kapsamlı araştırmalara dayanarak, mevsimlerin giderek “2 ana, 2 geçiş”e dönüştüğü fikrindeyim.

Yaz ve kış ana mevsimler.

İlkbahar ve sonbahar ise geçiş nevresimleri… Rolleri sadece yaza yahut kışa bir iki hafta göz kırpmak, ortalığı toparlamak, çay getirmek filan.

Sonra yerini esas mevsimlere bırakarak, sahneden -alkışsız- çekilmek.

Figüran mevsimler yani.

 

Ancak iki ana mevsimin de –en azından Ankara’da- artık sıcak-soğuk kimliklerini doğalarınca, gönüllerince ortaya koyamadıklarını vurgulamam gerekiyor. 

“Sözüm ona yaz”, “sözüm ona kış”…

Kifayetsiz starları hatırlatan kaprisleri, huy değişiklikleriyle, yaz da Ankara’da figürandı bu sene mesela.

Klimatoloji (iklim bilimi) ne der bilemem ama “az buçuk yaz” diyelim bakalım.

 

Serinliği her koşulda sıcağa tercih etsem de… Bu yaz ne zaman bahçede otursak, ahalide "Hırkasız, montsuz çıkmam abi…" telaşı.

“Haziran soğuk, Temmuz serin, Ağustos eh…” derken, yaz geçti çoktan.

“Yaz aşkları” ne koşuşturmaya gelmiştir, kimbilir.

Zaten bir mevsim tutmazlığı, sühûnet uyuşmazlığı oluyor aşkların arasında…  Bir de olmayana ergi bahar travması…

Hazan mevsimi de şöyle ağız tadıyla bir efkârlanamadan, hicranı, hüsranı yudumlayamadan gitti gidiyor.

Sonbahar pardösüsünü hemen naftalinleyip, kışlıklarını çıkaran Aysel gibi biraz. (Attila İlhan’ın yağmurunda gezinemeyen, hep üşüyen “Git başımdan Aysel”)

 

İlkbahar dersen… Yıllardır kayıp.

Ne zaman yüzünü gösterse, “Mart kapıdan baktırır, kazma-kürek yaktırır” nidası sallıyor taç yapraklarını, erik dalından tahtını…

Bir hararetli bakışa kalbini açan, içini döken kız-erkek “delikan”lar gibi, erken açan çiçeklerin zor oluyor tabi sabahı.

Badem ağacı, bir anda basan ayazla döküyor eflatuna da çalan pembe bazen beyaz çiçeklerini… Ve Aziz Nesin, “Sen ağaçların aptalı, ben insanların /Seni kandırır havalar, beni sevdalar” dizelerini yazıyor.

Mayısa doğru hava bahara benziyor az-biraz, lâkin tam –her bahar- âşık olacakken, yaz geliyor.

Kör talih, kahpe felek, yalancı bahar…

 

Bakıyorsun vitrinine hayatın… Sonra birisi çıkartıyor elbiselerini mankenlerin, bir gecede değiştiriyor kıyafetini.

Bugünün küresel modasıyla, işte ilkbahar, yaz, sonbahar, kış kreasyonları tabiatın.

Ne sunulursa, ne kadarsa vitrindeki mevsim… Hayatın termometresi ondan ibaret.

Dalıyorsun içeri, “Kim ulan bu mevsimlerin yetkilisi, sorumlusu?”…

Apoletleri iğnedan (iğnelik, iğne yastığı) satış asistanı, insana çok benzeyen mankenleri gösteriyor usulca.

 

Mevsimleri yitirince geriye şarkılar kalıyor kalır tabi, şarkılar…

Küresel ısınma babından “Boşvermişim Dünyaya” şarkısının, “temmuz-ağustos-eylül /her mevsimde durma gül” nakaratının çoktan suyu kaynamış olsa da…

Yine de dilimde.

Hafızama Ajda Pekkan ile yerleşen… Fakat esas Nergiza Balıkhanova’nın bas, sigaralı sesiyle gönlüme çalınan, dilime takılan o şarkı.

Bilhassa, “Sanki umurumdaydı” faslından yorumuyla…

 

Mevsimler hızla geçiyor, keskin dönüşlerle değişiyor.

Toprak da, çiçek de, çayır da, ağaç da, dal da, o dala konan serçe de, kumru da, saksağan da bizden önce hissediyor, bizden iyi biliyor mevsimleri.

Biz öyle bakıyoruz. Uğursuzluğu baykuşta arayarak…

Halimize kargalar bile gülüyor.

 

Dizeleri Nazım’dan, nidası Ruhi Su’dan mülhem, hepimiz su başında durmuşuz; suda suretimiz çıkmış hepimizin…

Önce çiçek gidecek, kaybolacak suda sureti. Sonra kumru, ardından serçe, saksağan…  

O kuşları gözleyen, o heyecanla bedeni kaplan kıvrımında içten içe titreyen kedi de gidecek sonra…

Sonra biz gideceğiz.

 

Ağaç, öldürmezlerse bizden uzun yaşayacak, sonra o da gidecek.

Toprak kalacak. Yeşiliyle doğumu, karasıyla ölümü simgeleyen toprak…

Sonra o da gidecek.

Ve o günün insanı, hayatı her yıl bir-iki mevsim yaşayacak. O mevsimi, hayat sanacak.

Aşkları, yazla kışın arasında, bir terleyip, bir üşüyecek önce.

Antenli torunları çöle doğacak.

 

Ama henüz su başında oturuyoruz.

Uyduruk havuzun, suyun cazibesiyle fıkırdayan fıskiyesi duyuluyor.

Bir de Nergiza Balıkhanova…

“Su sesi şart” diyorum içimden, gözlerim parlıyor.

Masamızın en yaşlı, bizden bir kaç yaş büyük olanı yani, “Biraz yorgunum ama kocamadım” diye mırıldanıyor.

Gözleri sulanıyor sürekli. Bakışı aynı Cahit, ortam aynı Buket Meyhanesi. (¹)

En gencimiz rakıları dolduruyor imtiyazsız.

Kedi gelip, çimenlerden uzana uzana kılçıklara bakıyor.

Dalında bir kaç serçenin bıcırdadığı çınar ağacı özel mülkün korumasında kalmış; kavşaktı, alt-üst geçitti, rezidanstı, AVM’ydi henüz kesememişler.

Meyhane kapansın, keserler elbet.

 

Yaşama dair bir sırrı saklıyor, büyütüyoruz sanki hep birlikte.

Sırlar, eğreti mevsimlerde konuşulmuyor. Ve önemini kaybediyor biraz, yaşlanınca.

Ölümün değil de hayatın sır olduğunu anlıyorsun.

Balıkhanova, bu kez İngilizce versiyonuyla “i don’t give a fuck” diyerek ağız dolusu sövlüyor, “Boşvermişim” nakaratını…

Küfür, bazı ağızlara, yorgun, kırık, nezleli seslere yakışıyor.

“Çok da ipimdeydi” diyor, en serseri görünenimiz. Hâlâ yaşını göstermiyor.

Bu mevzuya çok abanırsak, “Ölümden önceki iyilik hâli” deyip, sıyrılıyor iltifatlarımızdan.

 

Ben kediyle meşgulüm, o mesafeli duruyor biraz.

“Biz mi yaşadık, yaşatan zaman mıydı?” diye düşünüyorum.

Kedi hissediyor, anlıyor ama cevap vermiyor.

Kadehimi kaldırıyorum:

“Çok şükür yaşıyoruz. Suyun şavkı vuruyor bize, çınara, kediye, güneşe, bir de ömrümüze…”

Çeşm-i bülbül olmasa da kadehlerin sesi, suyun sesine yakışıyor.

 

Çocukluğumun mevsimlerini, yani üçer aylık hızlandırılmış tabiat oyunlarını, “sahici mevsim” gibi hatırlıyorum.

Kim Ki Duk’un çocukluğu, gençliği, yetişkinliği, yaşlılığı, nesilleri, hayatı mevsimlerle anlattığı filmindeki gibi (²) mevsimlerin huyunca, tabiatınca boyverdiği/koyverdiği zamanlardı onlar.

 “Ben her bahar âşık olurum” da o zamandı, Zerrin Özer’in “O yaz” da:

“Nasıl da koşuşurduk bahçelerde /Şarkı söylerdik mehtaplı gecelerde

Sen bana ben sana komşu evlerde /Kök sarmaşıklar gibi sarıldık o yaz.”

 

Mevsimler mevsim ve biz çocukken, her yerde, arada-derede bulduğumuz, çimdiğimiz sular, derecikler, kaynakların, pınarların gölcükleri hep kurumuş.

Ama idare ediyoruz fıskiyeli havuzun başında…

Su, şelalenin, nehrin, doğasının tersine havaya yükseliyor önce. Bir an asılı kalıyor…

Sonra yorgun, düşkün damlaları gerisin geri… 

Fıskiye de bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor.

“Yaşlı değilim de, hevesim azaldı” diyor, masamızın en ihtiyar olanı:

“Hevesim yok…”

“Yok canım”lı tembel iltifatların ardından, biz de başımızı sallıyoruz.

Heves her şeydir… Biliyoruz.

 

Yalan değil ama “dolan” bazen iyi geliyor muhabbetimize…

Hangi yaşta çökeceği belirsiz ihtiyarlık da bir hilesi zira hayatın. Öyle vaat edilmemişti. 

En serseri görünenimiz sıvışmaya çalışıyor, sezdirmeden.

Rakıları en gencimiz dolduruyor. (Yaşlılar gençlere sadece emek gerektirmeyen jestler yapma fırsatı vermelidir. Bu iki cenah açısından da daha iyidir) 

Bazen de hikâyesini -dün gibi- heyecanla anlatan, “en genci” oluyor masanın.

Ama en çok dinleyenler içiyor.

 

BİR FİLM/BİR REPLİK

 

“Ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için, hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir.

Ama hiçbir şey çok tekrarlamaz kendini.

Aslında çok az tekrarlar.

Çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, öyle ki, hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz ki?

Belki dört, beş kez daha. Belki o kadar bile değil.

Dolunayın çıkışını daha kaç kez izleyebileceksiniz?

Belki yirmi.

Ama yine de, her şey sonsuzmuş gibi gelir.”

The Sheltering Sky (Çölde Çay), Yön: Bernardo Bertolucci.

 

(¹) “Buket diye bahçeli bir meyhane vardı Yenişehir’de /Yıkıldı çoktan GİMA var şimdi yerinde

Kenarı küpelerle çevrili o küçücük havuzun /Yamacında bir masa

Cahit Ağ’beyle otururduk yaz gecelerinde /Fıskiyenin serpintisiyle sırılsıklamdı muşamba

Zaten Cahit’in gözleri daim yaşlı

‘Şunu siliver!’ derdi garsona / ‘Şu muşambayı siliver, mirim!’

Ne Cahit kaldı, ne Buket, ne fıskiye”. Can Yücel

(²) “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… Ve İlkbahar”, Yön: Kim Ki Duk.

 

- Advertisment -