Ana SayfaYazarlarÇay kültüründen çay kavgasına

Çay kültüründen çay kavgasına

 

Geçen hafta çay kültürümüze değinirken, bu yazımda da az biraz dünyada çay kültürüne yer vermeye çalışacağımı belirtmiştim.

Yazarken karşıma çok yönlü kültürel örneğin daniskası çıktı.

“Çivisi çıktı” deyiminin de gönül rahatlığıyla kullanılabileceği vakayı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Adana mitinginde izledim.

 

İktidar mitinglerinin dağıtma seremonisinde bu kez çay vardı.

Erdoğan kürsüden takriben 200 gramlık çay torbalarını kalabalığa fırlatırken… Çay kavgası yaşandı.

Kürsüden kapış kapış attığı çayları, kalabalığın cumhur ittifakının mesajlarına uygun bir zarafet, vakar içinde paylaşmak yerine, kapışma kavgasına girişmesine hem şaşırdı, hem de üzüldü sanki.

Sonucu tecrübeyle sabit de olsa, beklenmeyen bir durumdu demek.

 

“Devlet Baba”yı temsil eden Cumhurbaşkanı “çocukların kavgasını” bu kez azarla değil, pederşahi takbihle (ayıplama) yatıştırmaya çalıştı:

“Çok ayıp, çok ayıp… Gelin ön tarafa ben size birer tane vereyim. Bak çok ayıp… Üzüldüm ben buna. Ben sizin hepinize çay vereyim. Niye kavga ediyorsunuz? Ayıp…”

Ayıptı tabi, adına ben utandım.

 

Çocukluğumun “bilumum ebeveyn cümleleri”nden esefle hatırladığım ve iki yaşına girmeye hazırlanan torunuma dar anlarımda bile söylememeye karar verdiğim “Çok ayıp… Çok ayıp…” mevzusunu burada bırakıp, mümkün olduğu kadarıyla çay kültürüne devam edeyim.

 

Çay kültürü mâlum, ülkeye, etnisitiye, sosyo-ekonomik koşullara göre çok değişiyor.

İngilizlerin koloni kibiriyle bir zamanlar her kıtada demlenen soylu, dakik “çay saati” bir yana…

Uzakdoğu bu konuda sunumu, içimi, çeşidiyle bambaşka yerde.

Çay Çin’in ritüel, felsefi içeceği.

Çayı demleyen su, “dişi bir element” olarak görülüyor.

Ve su tam fokurdadığında demleniyor.

Sonra çay serecek saçlarını, dinlenecek.

 

Masaya geldiğinde ısısı, ten sıcaklığı…

Büyüsünü, suyun ve dişiliğin sonsuzluğundan alıyor.

Çin’e gittiğimizde kültürüne, seremonisine, farklılığına, özenine, “tablo”suna hayran baksak da, çayı yudumladığımızda o tat’mini yaşayamadık doğrusu.

Ne gam. Başkaydı, onun için de harikaydı nihayetinde.

Ta oralara zaten “Şöyle demlisinden bir çay getir Si-Ya-U” arayışıyla değil, o zengin kültürün farklılığının büyüsüyle gitmiştik.  

Tadına vurulmasak da, ayrıntılar esaslıydı.

 

Stephan Reimertz da Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Çayın Kültür Tarihi”nde,

çay içmenin ayrıntı sevgisini geliştirdiğini savunuyor.

“Ayrıntı sevgisi” derseniz, esas konuyu bırakır, onun peşinden gidebilirim.

Ayrıntı ya da ayrıntı gibi görülen saklı cevahir, bazen herşeydir.

Şeytandan öte melekler de ayrıntıda gizlidir.

Düşüncenin kuytuları, tutum ve davranışın incelikleri oralarda da gelişir.

 

Ayrıntı sevgisi; çayın harmanında, çay takımında, porselen çaydanlıkta, ince belli sırça bardağında, tiril tiril fincanında, hatta yanında sunulan lezzetlerde gösterebilir kendini.

Ama çay törenini zenginleştirirken aslına gölge düşürmemek gerekir.

Tiryakisi için aslolan çayın tadı, bünyeye temasıdır zira.  

 

Misal… Üzerinde sırça nakışlar var, hem de zengin gösteriyor diye, kalın, kristal “misafir bardağı”na –bence- rağbet etmemelidir.

Ele, dudağa teması bir yana, ışığı kırar, rengini değiştirir, bulanıklaştırır.

Çayı da daha çabuk soğutur, şişeden beterdir dibi.

 

Gerçi plastik-karton bardakta çayların, poşet yahut bizim o güzelim deyişimizle “sallama çay”ların istilasında böyle inceliklerden, “ayrıntı sevgisi”nden konuşmak biraz laf-ı güzaf da…

İnsan yine de, kendi tercihlerine, zevklerine, başkasına omuz atmadan,  muhabbete gölge düşürmeden bir şekilde sahip çıkabilir.

 

Çayolog Adolf Goets de, bazı mekanların “çay içmek isteyenlerin ihtiyacını karşılamakta gösterdikleri sevgisizlik ve düşüncesizlikten” yakınıyor.

Aklıma, bizim cafeler, pastaneler, kebap sonrası ikram çayları geldi tabi.

Çoğu mekanın bulanık ikram çayları, “İç de git” der bir bakıma.

Bazen de kolunun altındaki ciltli mönüsüyle gelip, “Neler neler içersiniz?” diye soran garsona “Bi çay” dediğinizde bozulur o ambiyans.

Esasen, özenin/özensizliğin memleketi yoktur. İnsanı vardır.

ABD’nin efsanevi başkanı Abraham Lincoln bir yerde çay ister.

Önüne gelen “şey”e bakar ve söylenir:

“Garson, eğer bu bir kahve ise, ben çay ısmarlamıştım.

Yok eğer bu bir çay ise, iyisi mi siz bana bir kahve getirin…”

 

Bir Çin deyişindeki “Bir cinayet bağışlanabilir, ama çay servisindeki bir kusur asla bağışlanamaz” raddesine varmasa da, bunlar can sıkıcıdır.

Çünkü çay hoşgörünün, bazen seremoninin, bazen kalenderliğin içeceğidir.

Çay ikramıyla konukseverlik, köye-kente, zengine-yoksula bakmaz.

Hemen her mekânda size -gönülden- ikram edecek biri çıkar.

 

Çayın Kültür Tarihi kitabında 22 yıldır çay içtiğini vurgulayan Reimertz, şöyle söyler:

 “Yağmur, dolunay ya da çiçek zamanında, insan sık sık dostlarını düşünür. İşte çay sanatının ruhu, tam da budur…”

Günde en çok, bazen kerhen bir-iki bardak çay da içsem…

Bu satırları okuyunca, geceyarısı bir dostu aramak için elim telefona gider.

 

Hızlı toplumsal değişmeler, insanların değişen öncelikleri, alışkanlıkları, kuşkusuz çayı da etkiledi.

Sunumunu, hatta sunumunda dilini bile…

Modacı, stil ikonu George Bryan Brummel, Mrs. Darcey’nin “Bir fincan çay alır mısınız?” sorusunu sert yanıtlar:

“Madam, bir ilaç alınır, ama bir çay içilir…”

 

Çayda fast drink değişim, demleme çayı da kaldırdı çoğu ortamdan.

Reimertz“Poşet çay, plastik bardak-tabak ve naylon çorapları yaratan bir yüzyılın tipik ürünüdür” der:

“Şirketlerin poşet çaya utangaç bir biçimde ‘demleme poşeti’ demeleri işin aslını değiştirmez. Bu ifritin ABD’de icat edildiğini öğrenmek kimseyi şaşırtmayacaktır.”

 

Yazar Marcel Proust ise, poşet çay için “en nefret verici reform" diyerek, daha ileriye götürür meseleyi.

Benimse o en kral vecizemiz gelir aklıma:

“Sallama çayın muhabbeti de sallama olur…”

Ayrıca konuğu da bir “sallamama” hâli vardır sanki…

Kamyonum olsa arkasına değil ama, torpido gözüne yazardım belki:

“Hayatı salla, ama çayı demle birader.”

 

Sağlığını doğduğun an’a, ömrünü mümkünse hiç ölmeyeceğin bir zamana çevirme reçeteleri, sallama çaya bitki çayı poşetlerini de ekledi.

Ne idüğü muamma süreçlerden, aromalardan geçerek poşetlenen bitki kurusunun suya sallandırılmış hâlinin, -bana göre- “tavşanın suyunun suyu” olması bir yana…

Bitki çaylarını kara çaya ihanet olarak gören Brummel, o konuda kabalaşır:

“O zerzevat”ın yeri mutfak değil, ecza dolabıdır.”

 

Yeşil çaya ya da bitki çaylarına gelirsek, poşetlenmeyen şekli bile ülkemiz nezdinde tartışmalıdır.

Murat Belge, bizdeki yeşil çayların “aslıyla” hiç alakası olmadığını ayrıntılarıyla vurgular:

“Yeşil çay’ dendiğinde dünyada bir şey anlaşılıyor. Türkiye’de başka bir şey… Türkiye’deki ‘yeşil çay’ ne kadar dünyadaki ‘yeşil çay’sa, Türkiye’deki ‘demokrasi’ de o kadar dünyadaki ‘demokrasi’…” 

 

Çay çeşitlerinin mevzuyu biraz “Çay Lav You”ya dönüştürdüğü aşikâr da..

Herkesin çay keyfi, seçtiği çay çeşidi, bardak tercihi, ona ayırdığı-ayırabileceği zaman kendine.

Niyetim kimsenin zevkine, keyfine limon sıkmak değil.  

Amma velakin çaya limon sıkmak bana uymaz. (Bu önyargım balıkta, çiğköftede, lahmacunda da geçerlidir)

Rakıyla çay içmek de bana göre değil.

Lâkin ve elbette karışmam, hiç işim, derdim-tasam olmaz.

Afiyette olsunlar, yeter.

Ağız tadı, nihayetinde ağzımızın tadıdır…

Kulağımızın arkasıyla birlikte, o da bize kalsın.

 

BİR FİLM/BİR REPLİK

 

YEŞİLÇAM’DA ÇAY

 

Çay olmasa Türk filmi çekilemezdi.

Hele bugünün dizilerinde. İçkileri mozaiklemenin bile kurtaramadığı, cümle meşrubatın reklama girdiği koşullarda… İşiniz zor.

Dizilerin iç-dış mekân çekiminde, sabah-akşam uzun çay muhabbetlerinin elverişliliği de açık.

Ne bulacaksın yerine?

Oyuncunun eli boş olunca da malum… Nereye koyacağını bilemiyor çoğu kez. 

 

Bilhassa Yeşilçam’da çay, sarayı-fakirhanesi, semaveri, çay bahçesi, çay ocağı, kıraathanesi, bitirim askıcısıyla kadrolu personeldendi.

Hababam Sınıfı’nda Adile Naşit elinde askısıyla Müdüriyet’e dalıp lafı balla değil, çayla keserdi.

O hâllerine sık mazhar olurduk da, beş yıldızlı otele çay içmeye giden Naşit’e “Ne Umduk,  Ne Bulduk” filminde rastlamıştık:

– Oğlum ince belli billûr bardaklarınız yok mu? Çayın tavşan kanı rengini görmek isterim.

– Özür dilerim sadece porselen takımlarla servis yapabiliyoruz.

– Söyle patronuna benim için özel bir takım bulundursun.

 

- Advertisment -