Ana SayfaYazarlarFethullahçıların seküler aydınlar nezdindeki cazibesi

Fethullahçıların seküler aydınlar nezdindeki cazibesi

 

Fethullahçılar olayı ve bugün yaşadıklarımız tarihe bir “vaka” olarak geçecek gibi görünüyor. Yaşayarak tanık olduğumuz ama bugün için pek kavrayamadığımız bu vakanın karanlıkta kalan yönleri ilerde daha fazla ortaya çıkacak. 

 

Görebildiğim kadarıyla, bu olayın seküler kesimin aydınlarına nasıl değdiğini anlamaya, düşünmeye çalışıyorum. Nasıl başladığını bir yana koyarak, bu “hareket”in nasıl bu denli güç biriktirdiğine bakmak, bazı noktaları aydınlatabilir. Bu alanda hükümet kanadı, bu “nasıl” sorusunun yanıtını vermeye yaklaşmıyor. Zira bu, toplumdaki yüz yıllık gizli İslâmî cemaatler olgusunun da bir bakıma açığa çıkması ve sonuçta sorgulanması demek. Hükümet, “Hizmet” yerine başka bir öznenin de bu denli güçlenebileceği (ya da güçlendirilebileceği) ve devleti kayıtsız şartsız ele geçirmeye yönelebileceği olgusunun gözler önüne serilmesinden çok, toptancı bir yaklaşımla, Fethullahçıları “terör örgütü” olarak adlandırıp “terörle mücadele” kapsamı içinde OHAL’den destek alarak “tehlike”yi bertaraf etmeye çalışıyor.

 

Ancak bu “tehlike” bu ülkeye paraşütle inmedi, indirilmedi. “Hizmet” hareketi yıllara yayılan bir zemin edinme ve “sızma” stratejisiyle; gizlilik kurallarıyla yönetilen çok ciddi bir mali, toplumsal ve siyasi örgütlenmeyle; nihayet dış destekle büyüdü. Ve şimdi AKP hükümetlerinin bazı sözcülerinin bu harekete verdikleri destekten ötürü özür dilediği bir ortama geldik. İşin hükümet boyutu bu toz duman yatıştığında çok daha derinlemesine analiz edilip, eleştirilecektir. Bu, tanımlanması görece kolay bir alan.

 

Benim anlamak istediğim ama zorlandığım mesele, bu ülkenin solcu olarak bilinen, liberal kabul edilen pek çok aydınının “the Cemaat”in cazibesine nasıl kapıldığı.

 

Bu süreç ilginç bir şekilde, tam da dindarlar-sekülerler yarılmasına karşı çıkan seküler kesimin aydınlarının öncülüğünde, 1980 sonrasında uçverdi. Ben feminist bir aktivist olarak bu kişilerden biriydim; başörtülü kadınların üniversitelere girememesi ve uğradığı baskılara karşı durmayı savunuyordum. Mesele benim için bir kadın hakları; daha da geniş olarak inanç özgürlüğü ve insan hakları sorunuydu.  Sanırım benimle birlikte feminist hareketin büyük çoğunluğu da bu çizgiyi benimsedi.

 

O zamanki yaygın adıyla “Cemaat hareketi,” sonradan kendilerinin isimlendirmesiyle “Hizmet hareketi” ile sol ve liberal (büyük çoğunluğu erkek) aydınların ilişkisi, kamuya açık olarak gerçekleştirilen “Abant toplantıları”yla başladı. Ben bu toplantılardan hiçbirine katılmadım, zaten çağırılmadım da… Dindar ve muhafazakâr olarak gördüğüm kadın arkadaşlarla, tanışma ve tartışma toplantılarında birbirimizi anlamaya çalıştık. Ayrı düştüğümüz pek çok konu elbette vardı. Epey bir zaman geçirdik birlikte ve çok da iyi oldu. Baskıcı seküler devletin kadın örtünmesi üzerinden dindar kadınlara saldırılarına birlikte karşı koymaya çalıştık. Bu kadın arkadaşların hangi cemaatten olduğu beni hiç ilgilendirmiyordu. Bu soruyu insanların düşünsel ve örgütsel özgürlük alanına müdahale olarak gördüğüm için sormaktan kaçındım.   

 

Dışarıdan bakıldığında, Abant toplantıları sürecinde seküler, sol, liberal aydınlar içinde, bu toplantıların girişimcisi ve sahipleri olan Cemaatin dindar aydınlarına karşı, tanışıklığın, paylaşmanın, birlikte geçirilen öğle sonralarının yarattığı bir sempatinin oluştuğunu görebiliyorduk.  Bu, o günler için iyiye alametti. Çünkü çoğu insan Cemaatin yapısını ve gücünü bilmiyordu. Abant’taki dindar entelektüeller gök kubbede hoş bir seda olarak algılanıyordu.

 

Gel zaman git zaman, Cemaatin parasal kaynaklarının, kendileri için taşıyıcı sütun olacağını düşündükleri aydınlara cömertçe sunulmasıyla, işin rengi değişmeye başladı. AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte, başlangıçta naif sayılabilecek bu irtibatların iyice farklı bir yön kazanmaya başladığını şimdi anlayabiliyoruz. Son birkaç onyılda, soldan, liberallerden bazı kişilerin bir nevi “cemaat aydını” haline gelmesi sürecine tanık olduk. Bu olgu ilk bakışta pek anlaşılacak gibi değildi. Özellikle bizim gibi bu çevrelerden uzak duranlar için… Bilmediğimiz bir konuda herhangi bir yorum yapmaktan kaçınarak olan biteni izlemeye çalışıyorduk.

 

Bu yakınlaşmanın seküler aydınlar açısından nedeni bugün daha fazla netlik kazanıyor. Aslında bu, maddi çıkar peşindeki kimilerini ya da tehdit ve şantajla elde tutulanları dışında tutarsak, ideolojik bir “taraf tutma”ydı.

 

Bana öyle geliyor ki mesele, bu aydınların Cemaate yaklaşımındaki seçmeci tutumdu. Analizlerinde, Kemalist bakışın zorunlu sonucu olarak, Cemaatin “ılımlı İslâm” tezlerini, sözde “dinler arası diyalog” ve benzeri söylemlerini, “radikal Sünni İslâmcı” olarak gördükleri diğer cemaatlerden belirgin bir fark olarak yorumlamış ve bu söylemi İslâmda reform hareketi olarak değerlendirmişlerdi. Desteğin nedeni, Cemaatin İslâmda bir değişim vaat ettiğine ve bunu gerçekleştirebileceğine inanmalarıydı. Böylece Cemaatten yana bir tercih yaptılar. Bu tercih Kemalizmin sınırlarının ve kısa görüşlülüğün bir ürünüydü. Buna İslâmî cemaatler dünyasını iyi bilmemek ve tanımamak da eklenebilir. Sünni İslâmın “bağnazlığı”ndan kaçtıklarını düşünürken doluya tutulmalarını başka nasıl açıklayabiliriz?

 

Ayrım yapmaksızın bütün dindarların inanç özgürlüğünü ve toplumsal eşitliğini savunmak, bir insan hakları meselesidir. Ama bir grubun yanında saf tutup diğer gruplara karşı tavır almak, siyasi ve ideolojik bir hesabı gösterir.

 

Bütün bunlardan bağımsız olarak, dini cemaatlerin toplumsal normalleşmeyi engelleyen rollerini, özgürlüklere yönelik tehdidi ve gizliliğin yarattığı yozlaşmayı, bugünden tezi yok mercek altına almamız gerekiyor.

 

- Advertisment -