On ders*

 

Türkiye’de ekonomik gelişmelerin bütün gündemi esir aldığı bir dönemden geçtik. Deyim yerindeyse döviz kurları ile yattık, altın fiyatlarıyla kalktık. Bir gözümüz televizyonda, bir elimiz telefonda, doların ne kadar yükseleceği veya düşeceğini anlamaya çalıştık. Her birimiz ufak çapta bir ekonomist kesildik. Meselenin tarihine ve nedenlerine kafa patlattık. Ve kendimizce birçok sebep ve öneri ortaya koyduk.

 

Henüz mesele hallolmuş ve krizin üstesinden gelinmiş değil. Ancak hâlihazırda ateş biraz düşmüş ve yeni durum biraz daha kanıksanmış gözüküyor. Şüphesiz iş burada kalmayacak ve konuya dair daha birçok analiz yapılacak. Ben hadisenin ekonomik inceliklerini erbabına bırakıp, tuttuğum notları ve çıkardığım sosyal-siyasi dersleri paylaşmak istiyorum. Belki bir faydası olur. 

 

(1) Özgürlük iyidir; basın özgürlüğü de demokrasinin can suyudur.

 

Basının özgür olduğu bir ülkede, gazeteciler iktidarın emir eri gibi davranmaz. Aksine, onun her türlü eylemini ve işlemini eleştiri süzgecine tabi tutar. Doğru bulduğunu destekler, yanlış bulduğunu eleştirir.

 

Basın özgür olduğunda, meselâ bir ülkedeki gazeteler Başkanın tercihlerinin hatalı olduğunu ve ülkeye yüklü bir maliyet çıkaracağını belirten 350 başyazıyla çıkabilir. Başkan onlara ateş püskürebilir. Ama basın özgürlüğü onları korur. Yazdıklarından ötürü o gazetelerden hiçbirinin başına bir iş gelmez.

 

Basının özgür olduğu bir ülkede, meselâ o ülkenin en önemli gazetelerinden biri ülkesinin sorun yaşadığı bir başka ülkenin cumhurbaşkanına sayfalarını açabilir. İki ülke arasındaki anlaşmazlıkları onun ağzından okuyucularına aktarabilir. Böylece kamuoyunun çift yönlü bilgilenmesine katkı sağlayabilir.

 

Elbette, özgürlük her zaman gazetelerin ve gazetecilerin doğru yolda ilerlemesini garanti etmez. Kimi, iktidarın propaganda aracına dönüşebilir. Kimi muhalefetin borazanlığına soyunabilir. Kimi pür maddi menfaat peşinde koşabilir. Ama gerek onların ve gerek başta iktidar olmak üzere diğer yapıların yanlışlarını gün yüzüne çıkarmanın teminatı da yine basının özgür olmasıdır. O nedenle, eğer dert demokratik bir işleyişi sağlamaksa, basın özgürlüğünün vazgeçilmez bir değer olarak kabulü gerekir.

 

(2) “Batı” diye yekpare bir bütün yoktur.

 

Batı, ihtiyaç halinde başvurduğumuz zihinsel bir kurgudur. Batı adı altında topladıklarımızın her biri, gerçekte kendi çıkarları peşinde koşan devletlerdir. O devletlerden bazıları, bazen –sizinle olduğu gibi — kendi aralarında da çatışırlar. Menfaatlerine ters düştüğünüzde Batılı devletlerin bir kısmı ile karşı karşıya gelmeniz muhtemeldir. Ama çıkarlarınız örtüştüğünde, o Batılı devletlerin bir bölümüyle diğer Batılı devletlere karşı ortak bir cephe oluşturmanız da muhtemeldir. Bugün Trump dünyanın kabadayısı edasıyla size racon kestiğinde, er geç sıranın kendine geleceğini düşünen Avrupa Birliği’nin sizin yanınızda durmasının nedeni de budur.

 

(3) “Haçlı İttifakı” diye bir şey de yoktur.

 

Başımıza gelenler Haç ile Hilal’in ezeli ve ebedi mücadelesinin bir neticesi değildir. Kimse eline İncil alıp üzerimize saldırmıyor. Aynı dinin mensubu olmak mutlaka aynı kampta yer almayı sağlamıyor. Gördük işte; ABD’ye karşı farklı dinlerden birçok devletle aynı safta buluşuyoruz. Buna karşılık dindaşımız bazı devletler ise ABD ile ortak olup aynı çorbaya kaşık sallıyor. Yani “Haçlı İttifakı” veya “Haç ile Hilal’in kavgası” gibi lâflar olanı biteni açıklamıyor. Geçmişte belli bir bağlamda ortaya çıkan bir olayı, karşılaştığımız her sorunu açıklamak için kullanmaya çalışmak da anakronizme batmaktan öte bir anlam taşımıyor. 

 

(4) “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” sözü bir palavradır.

 

Bu sözü tedavülden kaldırmanın vakti geldi de geçiyor. “Üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülke” değiliz. Tanık olunan her olay, bu dört bir yanını düşmanlar kaplamış ülke düşüncesinin ne denli gerçeklikten kopuk olduğunu kanıtlıyor. “Herkes yıkılmamızı bekliyor, yediğimiz her darbede bütün dünya ellerini ovuşturuyor” gibi bir ruh halinin ne bir gerçekliği var, ne de bize bir yararı.

 

Yakınımızda veya uzağımızda birçok devlet bize arka çıktı. Elbette, bunu babalarının hayrına veya bizim kaşımıza gözümüze duydukları hayranlıktan dolayı yapmadılar. Bize sırt verirken kendi faydalarını düşündüler kuşkusuz. Lâkin bugünün küresel siyaseti böyle; bizi de bir başka devletin yanına veya karşısına geçiren saikler de farklı değil. O sebeple, ittifaklar çözülebilir, dost veya düşman kimlikleri yer değiştirebilir, ama herkes aynı anda bize düşman olmaz.

 

Ayrıca bir yandan “Dünyadan bize destek yağıyor” diye böbürlenirken diğer yandan “Herkes kötülüğümüzü istiyor” diye milliyetçilik pompalamak bariz bir tutarsızlık içermiyor ve biraz da ayıp olmuyor mu?

                                

(5) İktisadi ve siyasi bir hadise tek bir nedene bağlanarak açıklanamaz.

 

Siyasetçiler üstesinden gelemedikleri bir sorunu bir günah keçisinin üzerine atmayı severler. Çünkü sorumluluğu kendisinin dışındaki bir kişiye ya da bir olaya yıktığı oranda rahatlar ve geniş hareket alanı bulurlar. Son krizin günah keçisi de Rahip Brunson oldu. Sanki o rahip tutuklanmamış olsa bu krizi yaşamayacakmışız gibi bir hava estiriliyor. Biri kazara “Kardeşim, yok o kadar basit değil” diye bir itiraz cümlesi kurmaya kalksa vay haline! Sözcükler anında ağzına tıkılıyor.  

 

Oysa kazın ayağı gerçekten öyle değil. Yarım asrı aşan ve birçok alana sirayet etmiş bir ortaklık, daha kısa bir süre öncesine kadar ismini kimsenin bilmediği bir rahip yüzünden çöpe atılacak seviyeye gelmez. Aklı başında kimse de böyle bir hikâyeye prim vermez. Ekonomik sıkışmışlık da siyasi gerginlik de tek bir sebeple açıklanmaz.

 

Aslında hepimiz biliyoruz: Eğer TL bugün dolar karşısında rekor oranda değer kaybediyorsa, bunun müsebbibi Brunson değil, direksiyonda oturanların yanlış yola girmeleri ve ekonomiyi kırılganlaştırmalarıdır. Ve eğer Türkiye ile ABD arasında köprüler atılacak bir düzeye gelindiyse, sebep yine Brunson değildir. Sebep S-400’dür, FETÖ’dür, ABD’nin PKK/PYD’ye verdiği destektir.

 

Velhasıl Brunson işin köpüğüdür. Fakat epey büyük bir köpük bu; öyle ki, alttaki gerçekliğin açığa çıkmasını engelliyor. Brunson vakası, Türkiye’de Erdoğan’ın ekonomideki hatalarının tartışılmasını önleyen bir sete dönüşürken, ABD’de de Trump’ın Kasım ayındaki ara seçimler öncesinde oylarını yükseltecek bir manivela işlevi görüyor. Yani Brunson üzerinden kopartılan fırtına her ikisinin de işine geliyor. Bu itibarla Erdoğan’ın da Trump’ın da hallerinden memnun oldukları söylenebilir.

 

(6) Sığ bir malumatla büyük iddialarda bulunmamak gerekir.

 

Hatırlayacaksınız, Trump Beyaz Saray’a çıktığında özellikle iktidara yakın birçok kalem bunu ABD’de tarihin yön değiştirmesi olarak selamlamıştı. Onlara göre Trump, ABD’nin derin devletine ve küresel emperyalist lordlara kafa tutan bir kahramandı. Kirli güç odaklarıyla zorlu bir kavgaya tutuşmuş ve nihayetinde halkın da sağduyusuyla zafere ulaşmıştı.

 

Yine hatırlayacaksanız, o önemde bazıları Türkiye ile ABD arasında anlamsız benzerlikler kurmaya pek heveslilerdi. Zorlama özdeşliklerle Trump’ın ile Erdoğan’ın siyasi başarılarını aynı çerçevede değerlendiriyorlardı. İşi, Erdoğan gibi Trump’ın da çevreden gelip merkezi mağlup ettiğini yazmaya kadar vardırmışlardı.

 

Oysa Trump’ın kendisine biçilen bu kaftanla zerre kadar ilgisi yoktu. Obama’nın demokrasi mızmızlanmalarından rahatsız olup abayı Trump’a yakmak olacak iş değildi. Zaten çok geçmeden Trump — yaptıkları ve söyledikleriyle — kendisine güzelleme düzenleri utandırmaya başladı. Gerçi ilk başta Trump iğneyi doğrudan Türkiye’ye batırmadığından onun faaliyetleri bu çevreler tarafından görmezden gelindi. Ama Trump durmadı ve ardı ardına gelen hamleleriyle Türkiye’nin de canını yakmaya başladı. Artık başını çevirmek ve bilmezliğe yatmak söz konusu olamazdı.

 

Ezcümle, bu karşılıksız Trump sevdasının vadesi dolmuştu. Ülkedeki Trump muhipleri zora girmişti. Zamanında yüzeysel bir bilgiyle “karanlık mahfillerin çarkına çomak sokan adam” gözüyle baktıkları ve iltifat üzerine iltifat ettikleri Trump’tan çark etmeleri gerekiyordu. Ettiler de; ama en küçük bir özeleştiride bulunmadan ve Trump’a neden bel bağladıklarına dair tek bir söz etmeden. Dün bilip bilmeden Trump’a methiyeler sıralayanları bugün yine yarım yamalak bilgiyle Trump’a verip veriştirirken izliyoruz. Dün Trump’a “kahramanlık” payesi verdiklerinde kimsenin tutamadığı tipleri bugün de Trump’ı “hain” ilan edenlerin en önünde görüyoruz.

 

(7) Hamaset karın doyurmaz.

 

Bağırıp çağırmak doları düşürmez. Meydan okumak döviz kurunu dengelemez. Emir vermekle faiz aşağıya çekilmez. Çözüm hamasette değil serinkanlı düşünmekte ve ekonominin sır olmayan gereklerini yerine getirmekte. Siyasetçilerin perde önünde kökledikleri gaz aklınızı başınızdan almasın. Perde gerisinde ne yapıldığına ve bunun cebinize nasıl yansıdığına bakın.

 

(8) Tepki vermek, elâleme maskara olmayı gerektirmez.

 

Elindeki telefonu kıran ve cebindeki dolarları yakanlara, insanlık namına bir uyarım var: Yapmayın, etmeyin, eylemeyin! Artık kimsenin gülmeye bile değer bulmadığı bu ucuzluklardan bir medet ummayın. “Belki bir siyasetçi beni görür, kısa yoldan kariyer basamaklarını tırmanırım” diye hesap yapıyorsanız bir kere daha düşünün derim. Ucuz şovlarınıza kimse değer vermez. Bunlar sadece akli melekelerinizin işlerliğine dair kuşkuları ve soruları ayaklandırır. Bizi boş verin de bari kendinize bu kötülüğü yapmayın! 

 

(9) Halk mutedil davranır ama vakti geldiğinde hesabı keser.

 

Kendini göstermeye ve iyi kötü fark etmez, tez elden şöhret olmaya meraklı az sayıda kişi istisna edilirse, halkın geneli ekonomik dalgalanmalara dengeli bir tepki veriyor. Halk krizlere karşı şerbetli; panik yapmıyor ve galeyana gelmiyor. Piyasa fokurdamaya başladığında herkes önce kendi şahsi/ailevi bütçesinde düzenlemelere gidiyor ve ayağı frende bir şekilde yol almaya gayret gösteriyor.

 

Sağlıklı bu tavır, krizlerin aşılmasında önemli bir avantaj teşkil ediyor. Ama beri taraftan halk notunu tutuyor, hesabını çıkarıyor ve faturayı keseceği günü bekliyor. O gün gelip de önüne bir alternatif sunulduğunda, kendisine yanlış yapanların defterini dürmekten de imtina etmiyor.

 

(10) Şerden hayır çıkabilir.

 

Türkiye gerek kendisinden gerek Avrupa’dan kaynaklanan nedenlerle bir süredir AB ile ilişkilerini buzdolabına kaldırmıştı. ABD ile ekonomik ve siyasi alanlardaki kapışma, AB ile olan soğukluğun giderilmesine ön ayak olabilir. Trump’ın kural tanımayan tehditkâr siyaseti AB için de tehlikeli. Dolayısıyla Trump’ın yıkıcı hoyratlığı, AB ve Türkiye’yi yeniden yakınlaştırabilir.

 

Eğer bu yakınlaşma gerçekleşirse, şerden hayır çıkmış olur. Çünkü AB, halen Türkiye’nin en önemli partneri. AB ile birliktelik, hem Türkiye’nin rahatlamasını ve ekonomisine olan güvenin artmasını, hem de Türkiye’nin tekrardan demokrasi rayına oturmasını sağlar. Türkiye-AB ilişkilerinin canlanması krizin fırsata dönüştürülmesi anlamını taşır; bu, hem ülkenin ekonomik ve demokratik alanlarda ilerlemesinin önünü açar, hem de ABD karşısında Türkiye’nin elini daha da güçlü kılar.

 

—————

 

(*) Bu yazının orijinali için bkz 22.08.2018 tarihli Kürdistan 24;

http://www.kurdistan24.net/tr/opinion/726762bd-332f-4afb-9475-5b8c52e4bcb1

 

 

 

 

- Advertisment -