Ana SayfaYazarlarAcındırma sanatı

Acındırma sanatı

 

En sık karşılaştığım ve sıkıştırıldığım konulardan biridir. Ne zaman bir yerde otursam az çok tanıdıklar bir vesileyle konuyu bana getirir ve sıkıştırırlar…  Ve sürekli kaçamak cevaplar veririm. Aslında kitap yazmak için acayip bir nedenim de var. Anlatayım…

 

Bir keresinde sürekli takıldığım yere gitmiştim. Daha önce hiç tanımadığım biri, siyasi konularda ahkâm kesiyordu ki ben sosyalleştiğim yerlerde siyasi mevzulara nadiren girerim. Mecburen fikrimizi söyledik, adam bana döndü, alaycı bir bakış attı. “Senin kitabın var mı?” diye sordu. “Nasıl yani?” dedim. O da devam etti; “Yazdığın basılı bir kitabın var mı?”

 

“Yoo” diye cevap verdim. Bunun üzerine “O zaman niye konuşuyorsun!” dedi. Demek ki kitap yazmak mühim bir işmiş, diye düşündüm. Adamı bir daha görmesem de içimde kalmıştır söyledikleri…

 

Böyle sahici ve harbi bir nedenim olmasına rağmen neden kitap yazmadığıma gelince; anlatayım meramımı, belki bundan sonra rahat bırakılırım… Birincisi ben kitabın başına oturup onu kurgulayacak kadar çalışkan ve sabırlı biri değilim. Yazmaktan çok, yaşamayı seviyorum. Arada fırsat bulursam, şu anda olduğu gibi zahmete girip yazı yazıyorum ki bu da bana eziyet… Fakat bundan daha önemlisi hadi zahmete girip kitabı yazdım, bunu taçlandıracak ‘acıklı’ kişisel bir hikâyem yok.

 

İki kapılı toprak zeminli geniş bir evde, kalabalık ailede büyüdüm. Çok güzel bir çocukluk geçirdim. Yaramaz, dayak arsızı bir çocuktum. Yaramazlıklarım yüzünden sadece geniş aile değil, bütün köy üzerimden geçmiştir. Bir tek babamdan tokat yemedim ki en çok ondan çekinirim. Öyle ki, geçen yaz babam odamın kapısına dikildi, “Kalk uşağum banyonu yap, abdestini al Cuma’ya gideceğuz” dedi. Dediğini yaptım, uslu bir çocuk gibi yanında yürüdüm, tıpış tıpış gittik Çameye… Babamın o an yanında 50’li yaşlara merdiven dayamış oğlu Tuncer değil, hiçbir zaman büyümeyen uşağı Kasim vardı…

 

Kendilerine acındırmalarıyla ünlü, ‘Küçük Hüsamettin’ rolünün hakkını veren iki türkücü yeniden sahneye çıktı. Sinemaya geçiş yapan Mahsun Kırmızıgül ve Özcan Deniz, birbirleriyle ‘ben fakirim, hayır ben daha fakirim’ yarışına girdiler. Biz de bu acıklı durumu ibretle ve dizlerimizi döverek izliyoruz. Sinemaya geçiş yaptıkları için fakirleşen eski türkücü yeni sinemacı arkadaşlara aramızdan para toplayıp versek mi diye düşünmedim desem yalan olur… Hikâye acıklı olunca, insan elini cebine atmadan edemiyor.

 

İşte fakir ama onurlu arkadaşlardan Mahsun olanı ‘sosyal duyar’ patlaması yaşamış olacak ki şöyle bir tweet attı: “Yaralı olan çocukları ve yaşlı insanları ölüme terk etmek hangi dinde yazar? Bu kadar zalim, bu kadar merhametsiz nasıl oldunuz ey Başbakan?" Cizre’de 20 gündür sürdürülen ve ne kadar doğru olduğu şüpheli bir PKK propagandasını ‘gerçek’ kabul edip ülkenin başbakanını atar yaparak suçlayan Mahsun’un, bunun için New York dolaylarından işaret alıp almadığını merak ediyor insan. Ne de olsa ‘New York’ta Beş Minare’ adlı sinema şaheserinde Deccal diye tanıtılanın ne kadar da masum bir hoca olduğu konusunu işlemişti… Yaratılan algının gerçekten daha önemli ve geçer akçe olduğunu çözen Kırmızıgül, gündeme Cizre dolaylarından girerek sosyal duyarlılığını da eklemiş oldu Küçük Hüsamettin rolüne.

 

Aynı yazı içinde ismini geçirdiğim için özür dilemek istediğim Orhan Pamuk’un da böyle bir role soyunması açıkçası içimi burktu. Türkiye’nin değil, dünyanın da en önemli edebiyatçısı olarak gördüğüm Orhan Pamuk, yeni romanı vesilesiyle Hürriyet Gazetesine bir röportaj verdi. Doğrusunu söylemek gerekirse bir okuru olarak kendisinden bu kadar kısa süre içinde roman beklemiyordum. Bu güzel bir haber. Fakat röportajda kullandığı, içinde ‘acı sosu’ olan hikâyeler büyük yazara hiç yakışmadı. Kendilerini terk eden babasıyla yaşamak zorunda kalması vs… Sırf bu konuların yarın piyasaya çıkacak olan ‘Kırmızı Saçlı Kadın’ adlı romanının tanıtımına aracılık etmesi üzücü. Her şeyden önce okuyan insanda “Sen Orhan Pamuk’sun, gerek yok böyle küçük şeylere” duygusu uyandırıyor. Hele cezaevindeki Can Dündar’la ilgili söyledikleri insanın canını sıkıyor. Şöyle diyor röportajda Pamuk: “Ben sadece edebiyat konuşsak diyen biriyim. Ama imkân yok artık. İnsanlığına sığdıramıyorsun. Can Dündar tutuklandığında, oturup romanını yazamıyorsun. Sorduklarında ‘Bana ne’ diyemiyorsun, demek istemiyorsun.”

 

Madem o kadar duyarlısın, yazdın kitabı; çık şunu de ‘Bu kitap ancak Can Dündar hapisten çıktığında okurlarla buluşacak…’ Hem ne der William Shakespeare ‘Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.’ Sen de çok büyük bir yazarsın, kitap tanıtımına hiç değmez… 

 

- Advertisment -