Ana SayfaYazarlarBir İstanbul masalı: Kürtler (3)

Bir İstanbul masalı: Kürtler (3)

 

Önceki yazımızda, 90’ların İstanbul’unda Kürtlerin kişisel ve toplumsal psikolojisine dair bazı tesbitlerimizi paylaşmıştık. Bu yazımızda dönemin siyasal gelişmelerini merkez alarak sosyolojik okumamıza devam edelim. Kuşkusuz 90’lı yıllar, Türkiye siyasi tarihinin Kürtler açısından en önemli kavşaklarından birini teşkil eder. Türkiye’nin merkez-sağ siyasetinin o dönem henüz görüş alanına girmemiş olan İstanbul Kürtleri, 1991’deki HEP-SHP ittifakıyla “ilk erken siyasal ilgi”ye konu oluyor; 1994’de gelindiğinde bu “ilgi” sürecini, sağ siyasetin “ötekisi” Milli Görüş geleneği devralıyordu.

 

Kürt özgül ağırlıklı Halkın Emek Partisi’nin (HEP) 1990’da siyaset sahnesine çıkışıyla, 12 Eylül darbesi sonrasında bölgede PKK ve OHAL ile şekillenmekte olan sosyolojik tabana dayalı yeni bir siyasal hareket hayat buldu. Tarih enteresan örnekler, bazen çelişki ve ironilerle doludur. 1924 Anayasası ile Cumhuriyetin kuruluş felsefesine kodlanan “Kürt inkârı”nı gerek başbakanken, gerekse Milli Şef döneminde dehşetengiz bir pratikle Kürtlere tattırmış olan İsmet İnönü’nün, Sosyal Demokrasi idealiyle yıllar sonra siyaset sahnesinde boy gösteren fizik profesörü oğlu Erdal İnönü, 1991’de Kürtlerin en protest halleriyle Millet Meclisinde yer almalarının önünü açtı. 1989 yılında Paris’te yapılan Kürt Konferansına katıldıkları için bazı Kürt milletvekillerinin Sosyal Demokrat Halkçı Parti’den (SHP) atılmaları, Türkiye siyasetinde HEP’in doğuşuna vesile olmuş; ancak “Kürdî” siyasetin yolu, iki yıl sonra önemli bir ittifak zemininde, kurumsal bir düzlemde SHP ile yeniden buluşmuştu. Bu çerçevede Erdal İnönü de belki kendi iç dünyasında idealizmi Kemalizme tercih edecek cesaretle, babasından yadigâr acı mirası tarihe havale ediyor, oğul olarak o manevi yükten kurtuluyordu.

 

Önceki yerel ve genel iki seçimden aldığı özgüvenle hareket eden Erdal İnönü liderliğindeki SHP’nin, Deniz Baykal çizgisindeki Kemalist damarın muhalefetine rağmen HEP ile gerçekleştirdiği 1991 genel seçim ittifakı, Türkiye siyaset tarihinde çok önemli bir dönüm noktasıdır. PKK hareketinin yarattığı yeni sosyo-politik zemin ve atmosferde siyaset yapan Kürt kesimi, yüzde 10’luk seçim barajına takılmadan SHP listelerinden Meclise girdi ve sonra “kendi” parti çatısı altında TBMM’de yer almayı başardı. Merkez-sağ, Kürt toplumu üzerinden şekillenen bu toplumsal değişim sesine henüz sağır kalmayı tercih ederken, Kürt kimlikli siyasetin TBMM’de temsili sol, sosyal demokrat bir parti vasıtasıyla gerçekleşti.

 

Bu bağlamda, SHP ile HEP arasında yapılan çalışmada, Kürt yoğunluklu doğu-güneydoğu vilayetleri dışında İstanbul ve İzmir gibi illerin de ittifak çerçevesine konu olmasını, İstanbul Kürtlerine yönelik ilk siyasal keşif olarak görmek kabildir. Bu potansiyeli ve buna dayalı siyasal gerekliliği ilk gören HEP ve onun aracılığıyla Türkiye siyaseti adına SHP, yani sosyal demokrat siyaset oldu.

 

Her ne kadar bu ittifak doğuda yakaladığı başarıyı Türkiye’nin diğer bölgelerinde ve İstanbul özelinde gösteremediyse de (SHP’nin 1991’de İstanbul’da aldığı oy oranı 87 seçimlerine göre yüzde 29,8’den yüzde 18,9’a, vekil sayısı 14’ten 5’e düşmüştü), yine de bir kitle olarak İstanbul Kürtlerinin siyasal ittifakların ilgi odağı olması açısından oldukça önemli bir gelişmeydi. İstanbul Belediyesinin SHP’de olduğu dönemde alınan bu sonuca bakınca, PKK ile derinleşen toplumsal fay hatları ve dönemin gerilimli koşullarında SHP’nin bu ittifakı İstanbul Türk seçmenine anlatamadığını, tabanını ikna edemediğini görmek mümkündür. SHP’nin sadece İstanbul’da değil, Kürt ağırlıklı iller dışındaki Türkiye genelinde ciddi bir düşüş yaşaması aynı sebebe dayanır. SHP’nin İstanbul’da beklediği oyu alamamasının temel sebeplerinden biri de, var olma mücadelesi veren İstanbul Kürtlerinin — genel sınıfsal özellikleri de göz önüne alındığında — dönem şartlarında henüz güçlü ve homojen siyasi reflekslere sahip olmadığı gerçeğidir. Siyaset, o dönemde cehenneme dönmüş bölgeden bir şekilde göçüp İstanbul varoşlarına sığınan yüz binler için en hayati motivasyon kaynağı değildi ve kanaatimce Kürtler o sancılı dönemde, Kürt kimliği merkezli sivil ve siyasal örgütlenme kabiliyet ve imkânlarından da henüz mahrumdu. Kürt kitlesinin uzun dönemler boyunca sol ideolojik siyasete geleneksel mesafesi gerçeğini de elbette unutmamak gerekir.

 

Gerek içerden (Baykal), gerek dışarıdan (Ecevit) gelen Kemalist karşı duruşlara ve ağır eleştirilere rağmen sol – sosyal demokrat siyaset aracılığıyla bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye’nin merkez-sağ siyaseti ise Özal’ın Çankaya’ya çıkışından sonra sadece Kürt meselesine yaklaşımda değil, daha birçok konuda da, kısır bir döngü ve kaotik bir süreç içindeydi. Tek Parti dönemi sonrasında merkez-sağ siyasetin en sığ, en kimliksiz ve vizyonsuz dönemi, Özal’ın vefatından 2002’deki yeni sürece kadarki dönemdir. Merkez-sağdaki toplumsal değişimi okumaktan uzak bu siyaset anlayışı, Türkiye’yi de İstanbul Kürtlerini de zaman içinde yeni bir aktörle buluşturuyordu. 1994 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesini kazanan Refah Partisi, “sağ siyasetin ötekisi” olarak tüm Türkiye’ye ve Kürtlere yeni ve farklı şeyler söylemekteydi.

 

O dönemin İstanbul’unu iyi kötü gözlemleme fırsatı bulmuş biri olarak şunu söyleyebilirim: 1991 ittifakı ile başlayan süreçle (ve elbette PKK ile oluşan yeni sosyolojide) üniversiteli Kürt gençler ve Kürt entelijansiyası arasında, Kürtlerin Türkiye siyasetinde var olacağı düşünsel zemin her ne kadar sol kodlar üzerine bina oluyorsa da, İstanbul’daki yeni Kürt sokağında Refah Partisinin her gün artan daha aktif ve somut bir karşılığı vardı. Refah Partisi, genel Kürt refleksini 1991 seçimlerinde Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP, Alpaslan Türkeş) ile girdiği seçimlerde test etmiş; bu ittifak geleneksel Kürt tabanında büyük yaralara sebebiyet vermişti. 1994’e gelindiğinde, belki o tecrübenin de öğrettikleriyle, artık farklı bir dil kullanılmaktaydı. Parti lideri Necmettin Erbakan’ın 1994’te Bingöl’deki konuşmasında öğrenci andına atfen söylediği “Bu ülkenin evlâtları asırlar boyu mektebe besmeleyle başladılar. Siz geldiniz bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine? Türküm, doğruyum, çalışkanım. Sen bunu söyleyince öbür tarafta da Müslüman evladı; ya öyle mi? Ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım deme hakkını kazandı…” sözleri, sağ siyaset kulvarında yer alan Kürtlerin içlerinde yıllarca biriktirip bir türlü dile getiremedikleri hissiyata ayna tutuyordu.

 

Bu ifadelerin, Kürt sokağında, merkez-sağ siyaset adına hem bir özeleştiri, hem de kaybedilmiş zamanın telâfisi bâbında — Süleyman Demirel tarafından Aralık 91’de Diyarbakır’da dile getirilen “Kürt realitesini tanıyoruz” sözünün de ötesinde — anlamlı bir karşılığı vardı. Her şeyden evvel bu ifadeler, ortada bir Kürtçülük varsa sebebini Türkçülüğe bağlıyor; meşrulaştırıyor; aydınlanma mücadelesini sağ düşünce zemininde veren Kürt münevverlerinde, Şinnavi’nin İslam Ümmetinin Yetimleri Kürtler kitabının benzeri bir duygu yaratıyordu. Doğrusu gerek sağ siyaset kulvarında, gerekse “Türk-İslam” ile yoğrulmuş geleneksel İslâmî siyaset zemininde, bunları açıkça ifade etmek cesaret istiyordu.

 

İşte bu zeminde İstanbul Kürtleri meselesine yaklaştığımızda; Erdal İnönü SHP’sinin idealist, Demirel’in şahsında merkez-sağın pragmatist yaklaşımının ötesinde, Kürt mahallesiyle en gerçekçi ve somut ilişkiyi 1994 yerel seçimleri sonrasında Refah Partisinin İstanbul kadroları gerçekleştirmekteydi. Türkeş ve Edibali liderliğindeki Türk milliyetçileriyle girilen 1991 ittifakına o dönemde partisinin İstanbul il başkanı olarak muhalefet etmiş olan R.T. Erdoğan, 1994’te İstanbul belediye başkanı olduğunda, ne önceki ne sonraki dönemlerde görülecek derecede, İstanbul’daki Kürt kitlesine hitap edecek Kürt bürokratlara ve sair kadrolara yer vermişti. O dönemin kadroları incelendiğinde, İstanbul Belediyesi bünyesinde sadece Kürtler adına değil, İstanbul’un bütün demografisine hitap edecek bir yapılanmanın yaşandığı görülecektir. Refah Partisi’nin İstanbul kadrolarının varoşlardan başlayan sistemli çalışması, zaten geleneksel bir yakınlık psikolojisinin olduğu Kürt seçmenle birlikteliği kolaylaştırmış; belediye seçimi zaferi, toplumun bu iki “öteki”sine güçlü bir zeminde birlikte var olma fırsatını sunmuştu.

 

1994 sonrasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi üzerinden İstanbul Kürtleri ile kurulan bu reel ilişki, gerek siyaset alanında gerekse ekonomik temelde Kürt sosyolojisini derinden etkiledi. Gerek İstanbul büyükşehir, gerekse ilçe belediyelerinin yarattığı ekonomik alandan Kürtler de istifade imkânı buldu. Kayda değer bir sermaye birikiminin önü açıldı; İstanbul Kürtleri arasında farklı sektörlerde işadamlığına, esnaflığa vb terfi eden kayda değer bir sınıf oluştu. Tek sebep olmamakla beraber, dönemin İstanbul belediyesinin Kürt (ve Doğulu) kadroları üzerinden Kürt kitlesiyle kurulan reel ilişki, İstanbul Kürtlerinin ekonomik temelde modernleşme sürecine önemli bir katkı sağladı.

 

Bir anıyla bu yazımızı tamamlayalım. 1999’un ilk aylarıydı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan görevden uzaklaştırılmış, henüz Pınarhisar cezaevi süreci başlamamıştı. Yeni başkan Ali Müfit Gürtuna, doğulu-güneydoğulu (yani Kürt!) işadamlarıyla Florya’daki belediye tesislerinde büyük bir etkinlik düzenlemişti.  Ben yeni mezun bir inşaat mühendisiydim ve belediye iştiraklerinden İsfalt’a iş yapan bir firmanın yetkilisi olarak o toplantıdaydım. Eski başkan R.T. Erdoğan orada olmamakla beraber, kendisinin toplum vicdanında kabul görmeyen görevden alınma sürecinin atmosferi salona yansımış, izdiham derecesinde bir katılım olmuştu. Toplantının açılışını yapan Selahattin Aydar’ın (Bingöl eski belediye başkanıydı) herkesi Kürtçe selamlaması yoğun alkışlarla karşılık bulmuştu. Etkinlik oldukça coşkulu geçmiş; programın sonunda katılımcılardan birinin mikrofonda “xezal xezal” stranını söylemesi o akşam orada bulunan kitlede duygu seline neden olmuştu… Kanaatimce 1994’te Kürtler ile Milli Görüş çizgisi arasında başlayan bu reel ilişki zemini, Fazilet Partisinin “yenilikçi” kanadı üzerinden AK Parti’nin kuruluş felsefesine yansıdı ve ilk dönem politikalarının temel taşlarından biri oldu.

 

O döneme ilişkin yazılması gereken, bu köşeye sığmayacak raddede çok şey var elbette, ama şimdilik noktalayalım. Bir İstanbul Masalı serimizin önümüzdeki son yazısında, 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerindeki saha izlenimlerimiz üzerinden son okumamızı yapmaya çalışacağız.

 

 

- Advertisment -