Mardin

 

Mardin’i, Artuklu Üniversitesi’nin düzenlediği bir sempozyum dolayısıyla görme fırsatı buldum. Gitmeden önce nereyi görmeli, nereyi ziyaret etmeli faslından olarak Mardin’i bilen kimselerle konuştum. Kimle konuştuysam etkileneceksin dendi. İtiraf etmeliyim ki tüm söylenenlere rağmen hakkında yazacak kadar dikkatimi çekeceğine ihtimal vermemiştim. Ancak öyle olmadı; Mardin’den etkilendim. Bilmiyorum; kim bilir, belki de hakkında işittiklerimden ötürü kendimi etkilenmeye hazır hale soktum. Sonuç olarak şimdi hakkında az düşündüğümde Mardin’in başka bir alem, başka bir şehir, başka bir rol-modeli, bambaşka bir halet olduğunu düşünüyorum. Çünkü buna kısa süreli varlığım bile şahitlik edebilir. Öyle sanıyorum ki başkaları da benimle aynı fikirdedir. İşte bu yüzden burada yazdıklarım ve not düştüklerim, bu şahitliğin birer vesikası.

 

Mardin, batı tarafından gelenleri bir Orta Çağ şehri edasıyla istikbal ediyor. Öyle ki çok fazla olmayan yükseltinin üzerine kondurulmuş bir burç gibi duruyor. Uzaktan bakıldığında benim bozuk gözlerimle iyi seçemediğim evlerinin alçak olanları surları, az yüksek olanları da surlarının üzerindeki burçları andırıyor sanki. Daha üst kısımda gerçekten bir kale bakiyesi var; ancak mevcut görüntü, özgün kalıntılardan daha gerçekçi bir biçimde, kale gibi görünüyor. Ovada kısa bir süre gittikten sonra hafif kıvrımlarla tepeye tırmanan bir yolla gerçeğinden ayrılmış Mardin’in yenisine varılıyor. Çünkü Mardin diğer pek çok şehirimiz gibi yeni ve eski olmak üzere kendiliğinden ikiye ayrılmış durumda. Ne yazık ki yenisi modernleşmenin bir sonucu olarak dünyanın her yerinde görülecek benzerlerin tekrarı; yüksek ve sevimsiz betonarme binalar ve bunlarla uyumlu caddeler. Yenisinde keşfedilecek bir şey olmadığı gibi fiziken de gerçeğinin rakım olarak altında bir konum işgal ediyor. İnsan ruhuna tesir etmekten berî.

 

Yenisinden eskisine de ilkinde olduğu gibi dolambaçlı bir yolla erişildiğini söylemeliyim. Çıkarken uzaklarda kayalık alanlar ve aralarında kalan sarımtırak topraklar gözüme çarptı. Yer yer yeşile boyanmış aralıklarda çalıya benzettiğim ağaçları fark ettim. Sonradan bir bağ gezisinde uzaktan çalıya benzettiklerimin rektör hocadan badem ve mahlep ağaçları olduğunu sevinçle öğrendim. Aynı ağaçlardan Deyrüzzafaran yolunda da bolca gördüm. Tekrar yola revam olunduğunda böylesi dolambaçlı ve yükselerek çıkılan yolların, civardaki güzellikleri sakladığı ya da yavaş yavaş gösterdiği düşünülebilir. Mardin’i bir uçtan bir uca kat eden ana caddenin başına gelindiğinde zaten şehrin hem ranasına hem de izzetine ilişkin ilk işaretlerle karşılaştım. Şehrin kendine özgü yapısı ve topografya ile mütenasip varlığı herkese değilse bile bana şaşırtıcı geldi. Asla gözü yormayan bir biçimde örülerek taştan heykellere dönüştürülmüş duvarlar bunlar! Sonraki sürpriz ise dolambaçlı yoldan çıkılarak varılmış ilk düzlükten bereketli hilalin en kuzeydeki kıvrımına bakabilme şansı. Ova, bir deniz gibi, yer yer haki, yer yer yosun, yer yer de toprak yeşili gümrahlıkla dingin bir sonsuzluk hissi uyandırıyor. Tarifi zor bir hiçlik ile karşı karşıya kalma durumu bu. Alabildiğine düzlük ve ileride buğudan ötürü görünmezlik. Hem derinlik, hem de düzlük bakımından deniz gibi.

 

Ana caddeden içerilere doğru ilerlendiğinde, şimdi fark ediyorum ki, insan, Mardin’de iki şeye mülaki oluyor; benimsiyor. Öncelikle bir şehir insanlarıyla, tarihiyle, topografyasıyla toponomi ve onomastiğiyle kültürüyle nasıl olur onu görüyor. Kesrette vahdetin sosyal bir organizma halinde nasıl bir şehre dönüştüğüne şahitlik ediyor. Çünkü bahsi edilen bu dönüşüm insan davranışlarından şehrin fiziki yapısına dek bir şekilde sirayet edip nüfuz buluyor. Bu nüfuz ediş beraberinde ikinci unsuru meydana getiriyor. İnsanın insana hürmeti, misafire tazim ve neredeyse sınırsız maddi-manevi ikram. Öyle ki Mardin’in yerlisi için sıradan bir davranış kodu olan bu sayılanlar pek çok kişi için alışılanın dışında bir vakıaya da karşılık geliyor. Bir şekilde insanın aslıyla münasebet kurması demek bu hal. Bu bakımdan Mardin, kendisine gelene kendisini keşfetmesi bakımından ayna işlevini de yerine getiriyor.

 

Kıvrılarak çıkılan ufarak düzlük batıdan doğuya uzanıp Mardin’i ikiye ayıran şahrahın da iki başlangıcından birini oluşturuyor. Ana caddenin sonlandığı yerdeki diğer genişçe alan ise bana sevimli gelen Babussor Çeşmesi’nin hemen aşağısında yer alıyor. Bahsi edilen bu yolun daha aşağısında yeni bir yol daha varsa da Mardin’i Mardin yapan herhalde ilkidir. Yolun alt kısmındaki bütün mahalleleri gezmek imkanı olmadı. Ancak belki biraz Kasımiye Medresesi biraz da civardaki bir kilisenin etrafıyla yetindim. Dolaşırken onlarca çocuk uçurtmalarını uçuruyorlardı. Ara sokaklarında dolaştığım mahallelilerin evlerine yemek yemeğe davetlerini ise hatırlamak gerekiyor elbette; içtenlerdi. Ancak benim kendimi bir an evvel kucağına atmak istediğim kuzey tarafı ise başka bir alem. Kesilmiş taşlardan mamul basamakları ya da kayrak taşına benzer döşemeleri ile ara sokaklar birer labirent gibi şaşırtmacalı bir şekilde gezeni sürprizler hazırlıyor. Bu yüzden içinde kaybolmak istedim ve kendimi dar sokakların götürdüğü yöne bıraktım. Şaşırılabilir; mesela Mardin Müzesi’nin hemen arkasına düşen sokaklarda insan kendini bir aralık çiçek tünelinde de bulabilir. Keza Ermeni kilisesinin yüksek ancak kusursuz işçilikle inşa edilmiş duvarları da meraklı gözlere başka bir seyirlik sunuyor. Elbette insan, bu duvarların arkasındaki yaşamı, nelerin bulunduğunu merak da ediyor. Ne var ki benzer meraklar Kırklar Kilisesi’ni görünce bir nebze de olsa gideriliyor. Bilmem kaç yıldır ayakta olan kilisenin iç içe geçmiş avlulardan varılan ana binası, binasının duvarlarında belki bin yıldır duran Arapça kitabeleri gören gözlerde hem şaşkınlık hem de hürmet hissi uyandırıyor. Zaten Mardin’e kimliğini veren biraz bu hürmet hissi, biraz taşın özü, biraz da bunların üzerinden yoğrularak benimsenmiş tarih olmalı.

 

Mardin’i görmek ve sokaklarında dolaşarak meknuzu aşikar kılmak için ara sokaklar yanında güneşin oklarını kıran abbaraları da fark etmek lazım. Bilhassa abbaraların elden geçirilmiş olanları insanda mimari ile birlikte bir şehir nasıl insani bir kıvama sokulur fikrini de göstererek öğretiyor. El değmiş olan yapılar ve geçitlerin hemen hepsi kendisini belli ediyor. Zaten yanlarına da birer not iliştirilmiş durumda. Böylece hem yapının ne olduğunu öğrenmek, hem de kim tarafından gözetildiğini bilmek mümkün olabiliyor. 1. Cadde’nin sonlarına doğru Babussor Çeşmesi lülesinden soğuk sularını akıtıyor. Aynasına hak edilmiş süslemeler yanında suyunun berraklığı kadar lezzeti de bir hoş. Söylendiğine göre suyundan içen Mardin’e tekrar gelirmiş. Belli ki kalenin altındaki aküferden süzülerek gelen bu tarihi su Mardin’i simgeliyor; şehri tekrar görmek duygusuyla avuç avuç içtim.

 

Mardin’deki yapıların hangi biri hakkıyla sayılıp anılabilir ki? Her bir ev, her bir geçit, her bir sokak, her bir merdiven ya da her bir çarşı bugünden çok binlerce yıllık yaşantıyı tayy-ı mekan ve tayy-ı zamanla bugüne getiriveriyor. Ulu Cami’nin yazılarla bezenmiş minaresiyle harimindeki kemerleri ve kıble tarafına yerleştirilmiş sakal-ı şerifi tazim eden müminlerini anmadan geçmek nasıl mümkün olabilir mi mesela? Keza caddeden ara sokakları izleyerek Ulu Cami’ye inilmek istendiğinde sokaklarda işleri ile meşgul olan kalaycıların ya da sakatatçıların dar ve eski dükkanlarını hatırlamamak! Ana cadde üzerindeki Süryani Kadim Kilisesi’nin tarihini görünce de insan şaşkınlıkla beraber tarih karşısında ister istemez hürmet hissine kapılıyor. Bir kartal yuvası edasındaki Zinciriye ile Kasımiye medreseleri ise bambaşka yapılar. Zarif taç kapıları ile engine bakan sınıfları ve eyvanı yanında duvardan avludaki havuza kavuşan suyun sembolizmi ise ayrı dünyaların ayrı kanaatlerini benimsetiyor. Deyrüzzafaran’dan gelirken şehirde dikkati çeken başka bir yapı ise kuşkusuz Artuklu Üniversitesi’nin mimarlık fakültesine tahsis edilmiş binası. Adliye olarak da kullanılmış bu yapı diğerlerine göre yeni olsa da bence bir okul için harikulade bir tercih. Hele alt avlusunda sonradan yapıldığı anlaşılan geometrik havuz ise susuz da olsa ayrı bir güzel. Sabancı Kültür Merkezi-Müzesi arasındaki seyir terasıyla belli ki bir ayrıntı olarak buradan ovayı izlemek isteyenlere bir imkan sunulmak istenmiş. Ufak ama önemli bir dokunuş; güzel bir ayrıntı. Sabancı Kültür Merkezi ile Müzesi ise şehre kıymet, estetik ve bilinç katan ayrı bir yapı ve iftihar vesilesi bir kurum.

 

Ancak Mardin’i görmeye gelenlere rehberlik edecek harita gibi bazı ufak dokunuşlara yer vermek hoş olabilir. Öyle ki hemen hemen hiçbir şehrimizde güncel ve her yerde bulunabilir harita göremedim. Şehri dolaşmaya gelenlerin ellerinde teklifsizce ve kolaylıkla keşfe çıkabilecekleri birer harita bulunması çok zor olmasa aslında. Sokakların iyi ve orantılı bir şekilde çizildiği bu haritalar kaşifine ne çok şey katar oysa. İnsani ihtiyaçların gösterilmesi yanında en ince ayrıntısına değin eski eserlerin, ağaçların, çeşmelerin, yapıların ve hatta kitabelerin bile işaretlendiği bir harita nelere imkan tanıyabilir. Harita aslında biraz da coğrafyadır. Bu yüzden her yerde ve ücretsiz bulunabilecek güncel, kullanışlı ve okunaklı bir harita Mardin’i keşfe çıkacaklar için bir rehber görevi görecektir.

 

Şehrin özenli bir biçimde kültürel idaresi olmazsa olmaz bir kaide şeklinde düşünülmelidir. Bu kapsamda sadece Mardin için değil, Mardin gibi kendisine has bir ıtırı olan şehirlere özgü bir koruma düzeni getirilmeli bir bakıma. Koruma düzeni ise resmi bir yaklaşımdan uzakta belki de şehrin kendiliğinden gelişimi ile koşut gelişmeli. Bu cümleden kastım aslında tam da şu: Mardin’de ana cadde üzerinde batıdan doğuya doğru yürürken dükkan tabelalarının tek tipliği dikkatimi çekti. Aslına bakılırsa tabela kirliliğinden uzakta, ahşap ya da ahşap görünümlü bir malzemenin üzerine aynı karakter ve büyüklükteki harflerle işletmelerin ismi yazılı. İlk bakışta tabela kirliliğini önlediği için tercih edilebilecek bir durum da olabilir bu yaklaşım. Ancak sonradan bunun tekdüzeliğinin bir şekilde tekrar ve suni bir yaklaşımı çağrıştırdığını görmek ise üzücü.

 

Kısa bir süre içinde ne kadar mümkünse o kadar tanımaya çalıştığım Mardin, zengin kültürü, dolayısıyla da bu zengin kültürünün bir sonucu olan mimarisiyle çabucak dikkati çekecek ve bakanın hafızasına çıkmayacak şekilde kazınacaktır. Çünkü Mardin bu potansiyele fazlası ile sahip. Mardin’in, çabalara rağmen, hak ettiği özeni görmemiş dokusunun kıymeti izahtan vareste bir biçimde orada durmakta. Çünkü Mardin’i gördüğümde aklıma ilk gelen yerler Budva, Bar ve Kotor oldu. Orta Çağ’ın korunmuş bu Adriyatik şehirleri şimdilerde Avrupa jet sosyetesinin vazgeçilmezleri durumunda. Bahsini ettiğim bu şehirlerin kendilerine has özelliklerini korumaları ve dahası eskiden beri oluşturdukları atmosferlerini bir gelenek haline getirmeleri mühim. Oysa uzaktan da baksam yakında da Mardin’in her bakımdan dünya medyasında yer alan bu şehirlerin hepsinden çok daha köklü ve geleneklerini oluşturarak yerleştirmiş son derece özgün bir şehir olduğu söyleyebilirim. Son tahlilde Mardin’in yanında bu yerler nevzuhur mesabesinde. Peki nasıl oluyor da Mardin hemen hepsinden çok daha köklü, çok daha işlenmiş, çok daha gerçek ve diri iken böylesine mevzi kalabiliyor? Asıl bunun üzerinde düşünmek gerekiyor; Mardin’i dünya turizminin gözbebeklerinden biri haline getirmenin yollarını bulmalıyız.

 

Son tahlilde Mardin nedir diye sorulsa, vereceğim cevap artık belli. Mardin bir taşlar, merdivenler ve duvarlar şehri benim için. İnce veya kaba yontulmuş taşlar, bu taşlardan müteşekkil yollar, duvarlar, evler, camiler, kiliseler ve merdivenler şehri! Yüzyıllar boyunca yapıla yapıla gelişmiş, işlenmiş, işlendikçe yaşanmışlıkları sinmiş, sindikçe de güzelleşmiş ve parlamış bir şehir Mardin. Batısından doğusuna doğru sokaklarında yürüdüm. Ellerimle taşlarına dokunup duvarlarını keşfettim. Kimi zaman bir kilisenin narin pahına rastlayıp fotoğrafını çektim; kimi zaman da belki de bin yıldır kilisenin duvarında besmele ile başlayan kitabesiyle şaşırdım. Yüksek duvarların arkasında sığınmış avlular ve avluların içindeki ağaçlar, ağaçların altında oynayan çocukları seyre koyuldum.

 

Şimdi uzaktan bakınca insanda Mardin’de bir süre yaşamak isteği oluşuyor. Kiralanmış taş evlerden birinde ömür sürmek, bu sırada da şehir ve insanlarıyla hemhal olmak arzusu kendisini iyiden iyiye hissettiriyor. Belli ki böylelikle şehirde kendisini gizlemiş ilim iklimini keşfetmek de mümkün olabilir. Ayrıca Orta Doğu’nun nefesi ile birlikte kalp atışlarını hissetmek de pekala ihtimallerin arasına katılmalıdır. Son tahlilde şehirleri insanlar kurar; amma ve lakin şehirler de insanları oluşturur. Mardin ise bahsi edilen bu şehirlerden biri olmalıdır.

 

- Advertisment -