Ana SayfaYazarlarEvet, Mursi’ye ben de Allah’tan rahmet diliyorum

Evet, Mursi’ye ben de Allah’tan rahmet diliyorum

 

Önce şu ilkenin altını bir çizelim: “Halkın desteğini almış ve seçimle gelmiş biri, darbeyle değil seçimle gitmeliydi.”  Bu nedenle, benim gözümde Menderes ile Mursi arasında, bunlara  yapılanlar arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de kendine özgü birer demokrasi şehididir,  ikisine de Allah’tan rahmet  diliyorum. Bütün darbeciler — bunlar kendilerini ister sol, ister sağ ilân etsinler — son tahlilde, toplum mühendisi olduklarını düşünen  zorbalardır. Bundan hiç şüphe yok.

 

Ama herşey burada bitmiyor işte.
 

Ben, Türkiye dahil  bütün Osmanlı artığı ülkelerin kendine özgü gelişme sürecinden (diyalektiğinden) bahsedince, bazıları bunu anlamıyor. Burada kastedilen, bütün bu ülkelerde son iki yüz yıldır Batılılaşma adı altında pozitivist toplum mühendisliği yöntemleriyle belirli bir “kültür ihtilâli” sürecinin yaşanmış olmasıdır. Burada, bu iyi mi kötü mü tartışmasına girmiyorum. Çünkü, tarihte olan şeyler o an başka türlüsü olamadığı için olmuş olabilir. Bize düşen, bu gerçeği görüp kavrayarak bugünü anlamaya çalışmak olmalı. 
 

Gerçek şu: Bütün bu ülkelerde antika-devletçi yapı modernleşme süreci içinde yukardan aşağıya doğru kendine bağlı bir çarpık-kapitalist devletçi sistem yaratmaya çalışmış; bunun sonucu olarak da  eski “merkez”e eklemlenen  yeni bir modern “beyaz merkez” ortaya çıkmıştır. Tabii buna paralel olarak, eski, geleneksel kültürü temsil eden “çevre” de, yaratılan devletçi kapitalizm çerçevesinde yeni bir içerik kazanarak, sınıf mücadelesinde kültürel farklılıklarını  kalkan olarak kullanan kendine özgü “siyah”lardan oluşan bir yönetilenler kitlesine dönüşmüştür. Sınıf mücadelelerinin iki kültür arasındaki mücadeleyle içiçe geçtiği bu durum, hiçbir Batı ülkesinde rastlanmayan, kendine özgü bir durumdur. Benim, Türkiye söz konusu olunca beyaztürkler ve siyahtürkler olarak ifade etmeye çalıştığım gerçekliğin altında yatan, budur. Öyle ki (sadece Türkiye’de  değil) Osmanlı artığı bütün  ülkelerde âdetâ iki kültürel zemine bağlı iki toplum, iki halk içiçe yaşamaktadır.

 

Peki bu durumda ne yapmak gerekir? Soru budur.
 

Kapitalizm geliştikçe bu iki kültürel zeminden yükselen iki toplum kesimi de bununla birlikte gelişiyor; bu açık. Ama bu gelişme beraberinde başka  sorunları da  getiriyor. Yüz yıldır merkezi oluşturan Batıcı “beyaz”ların karşısına, yetti artık diyen bir de çevre unsuru “siyahlar” çıkmaya başlıyor… Öyle ki, giderek sınıf mücadelesini bile geride bırakan bir beyaz-siyah (eski merkez-çevre) çatışması, siyaseti belirleyen ana faktör haline geliyor. Siyahların söylediği açık: Yüz yıldır siz hüküm sürdünüz, yetti artık, şimdi sıra bizde diyerek, beyazların egemenliğini esas alan sistemi yıkıp, bunun yerine sil baştan kendi kültürel değerlerine göre yeni bir sistem inşa etmeye çalışıyorlar. Restorasyon denilen şeyin özü budur. Tabii bu durumda beyazlar da buna karşı koyunca, siyaset birbirini düşman sayarak yok etme kulvarına indirgeniyor.
 

Buradan bir yere varılabilir mi? Varılır. İşte Suriye ve diğerleri.
 

Eğer meselenin özü kavranmazsa, hiç şakası yok, bütün bu ülkelerde olacak olan budur. O halde ne yapmak lazım? 

İşte tarihsel uzlaşma anlayışı tam bu noktada ortaya çıkıyor.

 

Ne demek, tarihsel uzlaşma?  Çok-kültürlülüğü esas alan, yerel yönetimlere ağırlık veren, bütün kültürel değerlerin birbirini yadsımadan, yekdiğerine saygı duyarak hayatın içinde birlikte yer alabildiği, bütün duygusal alt-kimliklerin bir yandan kendilerini muhafaza ederken diğer yandan bir toplumsal-bilişsel üst-kimlik üzerinde anlaşarak birlikte tek bir toplumun (sistemin) yaratıcısı olabildiği bir anlayıştır bu. Ki bu da ancak bu ilkeleri kendi içinde taşıyan yeni, demokratik bir anayasayla somutlaşabilir. Herkes ana dilini özgürce kullanabilmeli, herkes kendi kültürünü özgürce geliştirebilmeli. Herkes kendi demokratik iradesini özgürce toplumsal bütünle birlikte kullanabilmeli. Tarihsel uzlaşma bu anlayışın toplumsal yaşamın esas unsuru haline gelebilmesidir.

 

Bu mümkün mü, yoksa benimkisi bir hayal mi?
 

Toplumlar neyin olamayacağını görerek olması mümkün olanı keşfediyorlar, yani toplumsal öğrenme süreci esas olarak bir sınama-yanılma süreci. Bu durumda, iki kültür arasında bölünmüş bir ülkede önce herkes kendi sınırlarını zorlayarak nereye kadar gidebileceğini belirlemeye çalışıyor. Artık daha ilerisinin mümkün olmadığının görüldüğü anda ise, mecburen birlikte çözüm anlayışı hayata damgasını vuruyor.
 

Bana diyorlar ki, seni kimse anlamıyor.

 

Ben o kanaatte değilim; beni anlayan anlıyor aslında, ama varolan kutuplaşma ortamında önce herkes karşısındakini zorlayarak kendi sınırlarını genişletebileceği noktaya kadar gitmek istiyor. Bu nedenle hep diyorum ki ay gecenin karanlığında doğar. Yani en karanlık görünen an aynı zamanda yeni bir doğum anı da olur.

 

Sonuç mu? Mursi Erdoğan’dan çok şey öğrenebilirdi diyorlar, doğrudur, ama bu da gene yetmezdi. Çünkü Erdoğan’ın da bir Gannuşi'den, bir Ocaktan'dan öğreneceği çok şey var. Erdoğan yeni Türkiye'nin yeni demokratik devletini inşa yolunda ilerlerken önüne çıkan –çıkarılan — engelleri görünce hemen durdu (belki de haklı olarak korktu) ve yön değiştirerek eski Türkiye‘nin devletine sahip çıkmaya, devletçi beyaztürk mekanizmanın yerine aynı mekanizmayı siyaha boyayarak siyahtürk bir devletçi yapı inşa etmeye başladı.

 

Cumhur İttifakı nedir ki? Bahçeli ile hangi yeni Türkiye inşa edilebilir?

 

- Advertisment -