Ana SayfaYazarlarDevrim nedir? Dünden bugüne devrim anlayışı (6)

Devrim nedir? Dünden bugüne devrim anlayışı (6)

 

Bizim kuşağın gençliği “emperyalizme karşı mücadele”yle geçti. “Ho Ho Hoşiminh – iki üç, daha fazla Vietnam – Ernesto’ya bin selâm” diye bağırarak geçti. Bütün bunların o zamanın ruhu içinde bir anlamı vardı. Sonra, “sosyalist sistem” yıkılınca derin bir sessizlik sardı ortalığı!  Yani mesele bu muydu?

 

Sosyalizm bir yana; bugün dünyamız her geçen gün mahvoluyor. Buzullar eriyor, doğal felâketler bir çığ gibi büyüyor. Neden  bu kadar duyarsızız? Sosyalist sistem çöktüyse, “batsın bu dünya” deyip oturup ağlamak mı kalıyor geriye? Hani nerede sol? Bütün küresel sorunların çözümünü içeren, küresel anlamda demokratik devrimci yeni bir paradigmaya sahip olmadan, eskiden olduğu gibi ulusal sınırların içinde kalarak, kendi ulus-devletinin  kuyruğuna takılıp “küreselleşme karşıtlığı” adı altında “anti-emperyalizm” sosuna bulanmış çağ dışı milliyetçi söylemlerle solcu olunamaz artık.

 

Ama sadece eski tip sol partiler mi; sendikalar da acınacak durumda! Ulusal sınırların ötesini, sınıf mücadelesinin küresel boyutlarını göremedikleri için, onlar da ulus-devlet sınırları içine hapsolmuş halde. Ulus-devletle birlikte onlar da güneşin altındaki kar gibi eriyip gidiyor. Kimse görmüyor mu bunları?

 

Hâlâ kış uykusunda olan o “Uluslararası Çalışma Örgütleri”ni bir an önce uyandırmak, küresel kitle gösterilerine destek olmak  gerekiyor. Ama tabii, öyle bazı “küreselleşme karşıtları”nın yaptığı gibi sağa sola saldırarak, teröre ve şiddet kullanımına arka çıkarak, küresel bir lumpen kültür yaratarak değil. Gelişme ve ilerlemeye karşı çıkmadan, “elimizden işimizi alıyorlar” diye robotlara savaş ilân etmeden, “niye kendi ülkende değil de başka yerlerde yatırım yapıyorsun” diyerek ulus-devletçi bir duruşla sermaye düşmanlığı yapıp   ideolojik körlüğe saplanmadan… üstesinden gelebilmek gerekiyor bütün bunların.

 

Peki, küresel düzeyde etkinlik gösterecek böyle bir sol, insanı temel alan küresel bir  hareket nasıl örgütlenecek? Kim örgütleyecek bunu? Nasıl bir örgütlenme olacak? Yeni tür bir enternasyonale mi ihtiyaç var?

 

Çok karmaşık gibi görünen bu sorunun cevabı aslında çok basit. Küreselleşme sürecine bakın, küresel sermayeye bakın. O nasıl örgütleniyorsa, küresel emek hareketi de öyle örgütlenmeli.

 

Küresel sermaye sistemi “dağınık bir sistem”dir (a distributed system).  Elementlerini ülkelerin, şirketlerin ve sermaye sahibi bireylerin oluşturduğu dağınık bir sistemdir. Öyle katı merkezî bir yapısı, tek bir yöneticisi yoktur bu sistemin. Sistemin her unsuru, kendi içinde bağımsız-otonom faaliyet gösteren bir “fail”dir (agent). Bunların bütün yaptığı, küresel serbest rekabetçi  bir işletme sisteminin kurallarına göre hareket etmekten ibarettir. Tıpkı, gene dağınık bir sistem olan internet kullanıcısı bireylerin yaptıkları gibi. Ortak bir bilgi temeli var sistemin; tek tek elementler de bu ortak bilgiyi kullanarak enformasyonu işleyip sonuçlar üretiyor.

 

İşte, küresel emek hareketinin yapması gereken de aynen budur.

 

Nasıl ki sermayeyi örgütleyen, birleştiren ortak bir küresel kapitalist kültür ve işletme sistemi varsa, küresel emek hareketi de aynı şekilde, 21. yüzyıl değerlerini  kucaklayan  küresel bir emek kültürü ve işletme sistemi etrafında, dağınık bir sistem olarak örgütlenmelidir. Bu örgütün üyeleri bütün dünyanın çalışan insanları, sivil toplum örgütleri, ulusal düzeyde faaliyet gösteren siyasi partiler olacaktır. Bunların her biri kendi içinde bağımsız-otonom “fail”ler olduğu için, yapılacak tek şey küresel bir ortak bilgi ve ilkeler temeli yaratılmasından ibarettir. Bu bilgi, bu bilinç herkesin hafızasında olduğundan, başka hiçbir özel merkeze, yani merkezi bir örgüte de ihtiyaç duyulmayacaktır. Şüphesiz küresel bir eylem örgütlenirken şu  ya da bu sivil toplum örgütü, siyasi parti veya bireyler grubu buna öncülük yapabilir; yapmalıdır da. Ama bu, o eyleme özgü bir merkezi örgütlenmedir. Eylem sona erince bu “merkez” de ortadan kaybolur. Gerçek merkez her “fail”in hafızasındaki küresel bilginin içindedir. Ve bu da küresel olarak internette temsil olunmalıdır. Böylece, kendiliğinden her zaman eyleme hazır, bireylerin tamamen özgürce sahiplendiği ve katıldığı küresel bir örgütün dağınık  sistem yapısı içinde, küresel bir merkezi oluşacaktır.

 

“Allah peygamberleri  arkasında asabiyyet (aşiret gücü) olanlardan seçer” diyordu İbn Haldun. Ne demek istiyordu?  Şöyle cevap verelim: Her çocuğun bir annesi vardır. Hiçbir çocuk “kendi kendine şey” olarak kendiliğinden varolmaz; bir önceki sürecin içinden çıkar, onun sonucu olur. Annenin görevi ise, sadece rahmindeki çocuğu doğuma hazırlamakla  sınırlı değildir. Doğumdan sonra da bir süre onun koruyucusudur. Daha sonra çocuk büyüse de ana gene anadır, çünkü çocuğu, onun varlığında yok olduğu geleceğidir! Varoluşunun amacını,  yaşamı boyunca verdiği bütün mücadelelerin  sonucunu çocuğunda görür.

 

Bilgi toplumu (modern sınıfsız toplum) da öyle kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Çünkü o da küresel kapitalist sistemin rahminde oluşan bir bebektir. O bebeği kendi içinde taşıyan, katlanılması zor doğum sancılarına göğüs gererek onu dünyaya getiren ise küresel emek güçleridir. Kolay değil, yedi bin yıllık inkârın inkârını doğurmak. Eğer bugün işçi sınıfı bilgi toplumu doğarken güneşin altındaki kar gibi eriyerek yok oluyorsa, bu “yokoluş” onun zaferidir.

 

Emekçi sınıfların baskı ve sömürüye karşı mücadelesi toplumsal varlığın ve gelişmenin itici gücüdür. Bilişsel Toplum Bilimi terminolojisiyle bunlara toplumsal-duygusal reaksiyonlar  diyoruz. Duygusal reaksiyonlar bütün canlıların kendilerini gerçekleştirme (duygusal bir kimlik oluşturma) biçimidir. Yaşamı devam ettirme sürecinin ürünü olan bu reaksiyonları gerçekleştirerek (gerçekleştirebildikleri için) varolurlar. Bu, insanlar için de, hayvanlar için de böyledir.

 

Ama insanları hayvanlardan ayıran bir diğer özellik daha vardır ki, o da bilgi üretimi sürecidir.

 

Duygusal reaksiyonları bir evin temeline benzetirsek, bilgi üretimi sürecinin de bu evin üst katı olduğunu; insanların, duygusal reaksiyonlarla oluşturdukları duygusal kimliklerinin üzerine bir kat daha çıkıp bir de bilişsel kimlik oluşturduklarını söyleyebiliriz. İnsanların (toplumsal sınıfların ve bir bütün olarak toplumların) çocukluk, ergenlik ve olgunluk çağlarından bahsederken belirleyici olan, her aşamada onların kimliklerinin hangi düzeyde oluştuğu, duygusal ve bilişsel süreçler arasındaki ilişkinin ne olduğudur. Çocukluk ve delikanlılık çağları daha çok duygusal reaksiyonların geliştiği çağlar olup, insanlar bu reaksiyonlar içinde, duygusal deneyimlerle kendi kimliklerini ararlar. Olgunluk çağı ise bilişsel kimliğin, yani duygusal reaksiyonlar üzerinde bilişsel kontrolün ağır basmaya başladığı çağdır.

 

Marksizm, işçi sınıfının delikanlılık çağı  ideolojisidir diyoruz. İşte, Marksizmin ortaya çıktığı dönem de işçi sınıfının  duygusal reaksiyonlarla bir kimlik oluşturmaya çalıştığı dönemdir.  Bu dönemde, baskı ve sömürüye karşı duruşun yolu belirlenirken duygusal reaksiyonlar öne çıkar. Bu da son derece normaldir aslında. Kim anasının karnından bilgi üreterek doğuyor ki? Bilgi üretimine giden yol herkes için duygusal deneyimlerden geçmiyor mu? İnsanlığın varoluş süreci de zaten doğanın kendi bilincini üretmesi sürecinin duygusal reaksiyonlarla örülen altyapısı değil midir? Bilişsel anlamda bilme sürecinin diyalektiği böyledir.

 

Bu nedenle, Marksizm bizim, emekçilerin delikanlılığımızdır. Biz ona, dün olduğu gibi bugün de sahip çıkıyoruz. Çünkü bizim kişiliğimizin oluşmasının temelidir o; bizim duygularımızın özlemlerimizin ufkudur. Onunla ayakta kaldı emekçi sınıflar. Onunla kurtuluşun rüyalarını gördüler, onunla yarınları yaratmak umuduyla mücadele ederek varoldular. Emekçi sınıflar bilgi toplumu bebeğini onun içinde geliştirip büyüttüler. Marksizm bizim anamızdır. Ama biz de artık onun inkârı olarak doğan ve kendi ayakları üzerinde yürüyebilir hale gelen o çocuk olmalı, bilgi toplumunun bilimini yaratabilmeliyiz.

 

Devrimin öncü gücü bilim insanlarıdır. Çocuğu doğuran ve büyüten annenin verdiği-vereceği mücadeleler, bilgi toplumuna  geçişte devrimin altyapısıdır. Ama devrimin öncü gücü, onu temsil eden, yaratan ve örgütleyen esas bilişsel güç, bu temel üzerinde yükselen bilim insanlarının gücüdür.

 

Peki, kimdir bu bilim insanları, bugün ne yapıyorlar? Sadece üniversitelerdeki öğretim üyeleri, profesörler, ya da Silikon Vadisi’nde çalışanlar mı üretiyorlar bilgiyi? Onlar da üretiyor tabii; ama bilgi ve teknolojinin demokratikleştiği bugünkü dünyada, bilim insanları artık akademik kariyer sahibi insanlarla sınırlı değildir. Çünkü bilim artık bütün insanlığın malı haline gelmiştir. Sıradan, hiçbir akademik kariyeri olmayan bir insan (örneğin ben veya siz) bile, bugün isterse(k) dünyanın her yerinde üretilen bilgileri bir anda bilgisayarının ekranına indirebilir(iz). Bir MIT’de, bir Oxford’da yapılan çalışmalara anında birinci elden sahip olabilir. Korkmamak, cesur olmak, ancak bilgiyle kuşanarak bilgi toplumunun bir savaşçısı olunabileceğinin bilincine varmak koşuluyla, tek bir şey yeter bunun için: Önünü görebilmek ve motivasyon. Yani istemek, bilgiye açlık duymak, bilginin nelere kadir olduğunu görebilmek yeter.

 

Bu türden insanlar dünyanın her yerinde var bugün. Harıl harıl bilgisayarlarının başında kafa patlatan, bilgi üretmeye çalışan insanları kastediyorum. Kapitalistlerin milyarlarca dolar harcayarak kurdukları araştırma-geliştirme enstitülerinde çalışan insanları kastediyorum. Onlara seslenmek istiyorum: Üretmeye, yaratmaya devam edin, ama bunu yaparken dünyamızı yok olmaya götüren kapitalist çılgınlığı da görün! Madem ki üreten, yaratan sizlersiniz, politik gerçeklere karşı da ilgisiz kalmayın. Unutmayın ki bu dünya herkesten çok sizindir; bilginin gücünü kullanarak, onu yok etmek isteyenlere karşı durmayı öğrenin.

 

Bu ne mi demek? Bakın, sermaye küreselleşti, üretim maliyetleri nerede ucuzsa çekip oraya gidiyor diyoruz. Her geçen gün yeni bir robotun devreye sokulduğunu, işçilerin işini kaybettiğini söylüyoruz. “Endüstri 4.0”dan bahsediyoruz.  Bütün bu olup bitenler karşısında siz tutar da “bana ne, ben işime bakarım” diyerek gözünüzü kapatırsanız, işsiz kalan o insanlar da tutar, eskiden beri varolan sistemin atalet direncini temsil eden güçleri, “eski güzel günleri geri getireceğini” vaad eden bir Trump’ı başkan seçerler (ya da Avrupa’daki “yeni sağ” hareketlerin yanında yer alırlar).

 

O halde tamam, siz gene bilgi üretmeye devam edin, ama bu arada küreselleşme karşısında işinden gücünden olan insanları da unutmayın. Geçiş sürecinin öyle tereyağından kıl çeker gibi kolayca gelişeceği yanılgısına düşmeyin. Bilgi toplumuna giden süreçte bu insanları da kucaklayacak yeni tipten toplumsal  politikalar geliştirilmesi gerektiğini anlamaya çalışın.

 

İşte,  bütün bu süreçleri yönetecek yeni tip bir sol hareketin önemi burada ortaya çıkıyor. Bir yanda, 20. yüzyıl kalıntısı eski ulus-devletçi düzen ile varoluş koşullarını bunun içinde üretebilen bütün o milliyetçi sağ ve ulusalcı sol hareketler, yani  eski dünyanın insanları. Diğer yanda ise 21. yüzyılın, bilgi toplumunun güçleri.

 

Şöyle tamamlayalım: Beynimizdeki sinapslarda kayıt altında bulunan bütün o 20. yüzyıl kalıntısı “bilgi”lerden başka kaybedecek neyimiz var? Atalarımızdan bize miras kalan o bilgileri içinde yaşadığımız sürecin gerçekleriyle değerlendirerek bunların üzerine yeni bilgiler üretmenin zamanıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -