Ana SayfaYazarlarİfade etme yoluyla insanın özgürleşmesi

İfade etme yoluyla insanın özgürleşmesi

 

İnsana ilişkin özgürlük kavramı sınırsızlığı anlatır; toplumsal ve doğal yaşam ise sınırlar yarattığından, özgürlük ezeli ve ebedi bir sorunsal olarak tanımlanır.

 

İnsan için özgürlük, düşünsel bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü yaşarken özgür olduğumuzu düşünmek ve hissetmek isteriz. Eğer özgürlüğümüzü hissedemiyorsak özgür yaşadığımıza nasıl karar verebiliriz? Özgürlüğümüzü hissedemediğimizde, nasıl yaşarsak yaşayalım tek fark ettiğimiz, tutsaklık olacaktır.

 

Demek ki özgürlük aslında nesnel bir durumu anlatmaz. Tam aksine, bir bilinç durumudur. Özgürlüğün bir bilinç durumu olması, onun, içinde bulunduğumuz maddi koşullardan tamamen bağımsız bir kategori olduğu anlamına asla gelmez. Bir bilinç durumu olan özgürlük elbette ki somut yaşama bağlı olarak hissedilebilir.

 

Bu nedenle, insanlığın asli yönelimine baktığımızda, maddi koşullara etki ederek daha fazla özgür olma çabasını görmekteyiz. Bu çaba, tarih boyunca özgürlüğü engelleyen koşullarla mücadele ederek  veya bu koşulları aşarak, kendimizi özgürce ifade etmenin yollarını aramak şeklinde gelişmiştir. Bu arayış, bilinçteki özgürlüğü yaşamak için, gerekli dış  koşulları oluşturma gayreti olarak biçimlenmiştir.

 

Bunun için kimileri özgürlüğü, nesnel nitelikli olan doğal ve sosyal yasallıkların farkına varılması olarak tanımlamıştır. Bu bağlamda toplumcu düzen teorileri geliştirilmiştir. Tamamen farklı noktalarda olan kimileri, özgürlüğü “bırakınız yapsınlar” önermesi içinde görmüş; liberal toplum teorilerine yönelmiştir. Din içinde özgürlüğü arayanlar, mutlak bir iradeye olan inancı özgürleşmenin biricik yolu olarak kabul etmiş; din esaslı bireysel yaşam ve/veya toplum modellerini benimsemiştir. Kimileri ise bütün maddi ve ruhsal bağlardan kurtulmayı özgürlük olarak anlamış ve iktidardan arınmış yaşam örnekleri aramıştır. Geliştirilen birçok model yaşam alanında iç içe girmiş ve karmaşık toplumsal yapılar oluşmuştur.

 

Tüm farklı yollara ve biçimlere rağmen iki kesin sonuç kaçınılmaz olmaktadır: İnsanlığın özgürlüğe ulaşma arayışı ve buna karşılık mutlak özgürlüğe ulaşmanın imkânsızlığı. Bu gerçeğe rağmen İnsanlık bir bütün olarak özgürlük yolunda büyük adımlar atmıştır. Ama özgürlük, ne kadar yakınlaşılırsa o kadar uzaklaşılan bir amaç olma özelliğini hep korumuştur. Bu yüzdendir ki İnsanlık, özgürlük yolundaki yürüyüşünün başarısını amaca ne kadar yaklaştığına göre değil, kendisini ne kadar ve ne düzeyde ifade ettiğine göre ölçmektedir. İnsanın varlığını ifade etmenin olanakları ne kadar artarsa ve çeşitlenirse, insanlığın özgürlük yolundaki yürüyüşü de o denli başarılı kabul edilir. Demek ki özgürlük amacına yürüyen insanın en temel ihtiyacı, varlığını ifade etmektir.

 

Evet, ifade etmek; ihtiyacımız budur. Sadece düşündüğümüzü değil, bireysel ve toplumsal varoluşumuzu özgürce ifade etmek, bu yolla özgürlük idealine yönelmek, varlık sebebimizdir.

 

Dolayısıyla, eylem alanlarımızı düzenleyen hukukun idesi/amacı, çoğunlukla kabul edildiği üzere adalet ve/veya eşitlik değil,  özgürlük olmalıdır. Bununla birlikte, bireysel olarak aynı yönelimde bulunan insanların, özgürlük idealine dönük eylemlerinin yaratacağı “çatışmalar sorunu”nun nasıl çözüleceği de hukukun alanına girmektedir.

 

Diğer bir deyişle hukuk, karmaşık toplum yapısı içerisinde yer alan her bireyin ve (sosyal, kültürel, politik, dinsel, etnik, vb) her grubun ifade özgürlüğünü etkin olarak kullanmasını güvence altına almalıdır. Ancak hukuk, bu çetrefil soruna çözüm bulmaya çalışırken hem düzen ve güven ilkelerine göre normlar koyabilmeli, hem de özgürlük yönelimine zarar vermemelidir. Özgürlük yönelimine zarar vermemek, “ifade özgürlüğünü düzen ve güven için sınırlamamak” demektir.

 

İşte bu noktada bir paradokstan söz edilebilir. O da hukukun, ifade özgürlüğünü sınırlamadan nasıl bir düzen ve güven sağlayacağıdır.  Ancak bu, görünürdeki bir çelişkidir.

 

Hukukun sağlayacağı düzen ve güvenin amacı, aslında ifade özgürlüğünü kullanmanın koşullarını yaratmaktır. Başka bir anlatımla; ifade özgürlüğü başka her hangi bir ilke için değil, tümüyle ifade özgürlüğüne etkinlik kazandırmak için sınırlanabilir.

 

Nasıl ki mutlak yasak olanaksız ise, aynı şekilde mutlak sınırsızlık da olanaksızdır. Her iki durumda da, ifade özgürlüğüne ilişkin bir alan kalmaz. İşte bu gerçek, ifade özgürlüğüne getirilen sınırlamanın tek meşru nedenidir. Bu nedenden türetilen ölçüt, herkes için ifade özgürlüğünü güvence altına almaktır. Bu ölçüt sınırlamanın derecesini belirler. Sınırlama ancak ve sadece, ifade özgürlüğünün herkes için aynı düzeyde etkin kullanımına olanak sağlayacak ve bu kullanıma zarar vermeyecek derecede olabilir.

 

Bu noktada, derin bir tartışma konusu olan bir sorun daha ortaya çıkmaktadır:  Hukuk, özgürce ifadeyi güvence altına almak için, ifade etme biçimleri arasında toplum ve birey için zararlandırıcı sonuç doğurabilecek olanlara karşı önlem almalıdır. Ancak zararlandırıcı ifade etme biçimleri hangi ölçütlere göre tespit edilir? Bu ölçütleri belirlerken evrensel ve kapsayıcı yerel değerleri esas almak en sade yaklaşımdır. Evrensel değerler açısından hayat hakkı, başat ölçütlerden biridir. Hayat hakkını — güvenli bir ortamda yaşama hakkını, düzen içinde ve adaletli bir ortamda yaşama hakkını, inandığı ve tercih ettiği gibi yaşama hakkını, maddi ve manevi varlığını koruyarak ve geliştirerek yaşama hakkını, gelecek tasavvurunda bulunma ve buna uygun faaliyet yürütme hakkını — hiç bir ifade etme biçimi sınırlayamaz. Bu hakları riske atamaz. Bu haklara zarar veremez.

 

Buna göre, şiddet ve terör esaslı ifade etme biçimlerinin meşru olmadığı konusunda evrensel hukukta genel bir mutabakat olduğu kabul edilir. Evrensel değerler ve hukuk müktesebatı bakımından, şiddet ve terörü açık ve gerçek tehlike haline getiren ifade etme biçimleri de bu bağlamda hukuk dışı sayılır. Keza, bireysel ve kolektif kişilere, temsil kurumlarına yönelik aşağılama ve hakaret içeren ifade etme biçimleri; nefret suçu oluşturan ifade biçimleri; kimlikler, inançlar ve tercihler arasında hiyerarşi oluşturan, kapsayıcı yerel değerleri aşağılayan ve kültürel olarak tasfiye etmeye çalışan ifade biçimleri, evrensel hukukun norm ve değerlerinin korumadığı alanda kalır.

 

Tün bunlara yıkıcı ifade biçimleri denebilir. Yıkıcı ifade biçimleri, özgürce ifade etmenin koşullarını yok eder. Özgürlük adına, şiddet ve terör yoluyla yerelliğe, güvenliğe, bütünlüğe karşı çıkmak yahut düzen ve güveni sağlayacak/sağlaması gereken koruyucu yapıları/kişileri etkisizleştirmeye çalışmak, özgürlük alanlarını daraltır ve nihayetinde yok eder.

 

Bu çerçevede, eleştiri hakkı da, ancak ifade etmenin kendisine ve koşullarına katkı yaptığı ölçüde, özgürce ifade etmenin parçası olur. Aksi durumda, yani yıkıcı ifade etmenin aracı olan eleştiri, eleştiri olma özelliğini yitirir ve kaçınılmaz olarak, yapıcı olmayan negatif bir karşı çıkışla yüzleşmek zorunda kalır. Bu noktada, yapıcı olmayan negatif karşı çıkışlar, yıkıcı ifadenin araçları olan eleştiriye göre daha kabul edilebilir hale gelir ki, bu da başka bir sorun alanı oluşturmak için kullanılır. Ayrıca, çeşitli dar çıkar odaklarının kendilerine karşı olan gerçek eleştirileri de yıkıcı ifade etme torbasına doldurma çabaları ortaya çıkar. Tüm bunları büyük ölçüde önlemenin yolu, hukuk güvenliğinin sağlanmasıdır.

 

Burada hukukun adalet ve eşitlik ilkeleri devreye girer. Adalet ve eşitlik, hukukun özgürlük idesine/amacına yönelik olarak ifade özgürlüğünün etkin bir biçimde kullanılmasının koşullarına ilişkin niteliklerdir. Düzen ve güven içinde adil ve eşit koşullarda herkes için ifade özgürlüğünü etkin kılmak, hukukun temel işlevidir.

 

Unutmayalım; pozitif ve “yapıcı negatif” ifade etme hakkına sahip çıkmak ve kendimizi özgürce ifade etmenin koşullarını oluşturmak, varlığımız için temel ihtiyaçtır.  Sözle ve eylemle, kısaca tercih ettiğimiz yaşantımızla kendimizi ifade etme özgürlüğü, varoluş sebebimiz olan hakikate/hakiki özgürleşmeye yönelim için elimizdeki en etkili, belki de tek araçtır.  Türkiye Toplumu yeni anayasasını bu yaklaşımla ele alıp yaparsa, o zaman belki biz de Nelson Mandela’nın dediği gibi “özgür olmakta özgür olacağımız” bir siyasal yapıya kavuşuruz. 

- Advertisment -