Jest

Fakülte  arkadaşım Sinan Logie kent dışına yaptığı uzun yürüyüşlerin deneyimlerini dokümante edip kitaplaştırarak performansa dönüştürüyor. Aşağıdaki resmi çekip dijital ortamda paylaştı, sonra başkası da ana sayfaya çıkardığım diğerini eklemiş.

 

 

Ben de bu binalara kayıtsız bırakmayan tuhaf ilgimi paylaşmak istedim.

Mimari bakımdan makbul olamayacaklarını geçelim… Bir telafi hissi bırakıyorlar üzerimde. Şu kamuoyunu meşgul eden çeşitli bakımlardan manasızlıkları ortada camilerle başedememenin bıraktığı çaresizlik duygusuyla -tabii ki kastetmeden- dayanışma içinde bir isyan gibiler adeta. Saçma diyorlar, onların sırasıyla yapılması kadar sizin ortada hala anlaşılıp üzerine konuşacak şey varmışçasına itirazlarınızı sürdürmeniz de saçma. Bir betonarme iskelet üzerine rötuşlarla, ısrarla villa dediğimiz köşk-saray kırması bir pavyona dönüşebildiği kadar, bir de kubbeyle cami ye de benzeyebilir. Hatta diğeri daha da cesur, betonarme apartmanlığını örtbas etmeden, köşeli tuğlayla kemer yapmanın saçmalığını da ifşa edercesine üretilmiş üç boyutlu bir kolaj olarak duruyor. Bulundukları yer hakkında fazla bilgi vermeyen açılardan çekilmişler ama, çağdaş sanatçıların masraflı işlerine destekçi sponsor buldukları çağımızda pekala da bir yerleştirme sanatçısı işi olabilirlerdi. Zaten fotoğrafı çekip paylaşan Logie’nin de sanatçı tarafının dikkatini çekerek paylaşılıp çoğaltıldığı da besbelli.

 

 

Ama önce, iyisi, kötüsüyle  kamuoyunu meşgul eden camileri hatırlayalım:

 

Önce Ankara Meclis Camii:    

 

    

 

1980’lerde mimar Behruz&Can Çinici zamanın politikacılarıyla ve meclisin hayattaki mimarı C.Holzmeister’le anlaşma içinde meclis kampüsünün ilk bölümü salonların ardındaki boşluğa cami prizmasıyla hemhal olmayıp dışına taşmalarına alışılmış kubbe, minare gibi ögeleri dışında, son cemaat avlusu dahil tüm konvansiyonel programlarıyla zeminle hemhal olmuş örnek yaratıcılıkta cesaretli bir yorumla yapıyorlar camiyi. Bir İslam cemaati lideri olup hedefi İslam dünyasınının kültür-sanat-mimarlığını geliştirmek olsa da vakfı sadece müslümanları barındırmayıp, batının seçkin kişi ve kuruluşlarıyla ittifak içinde çalışan bir kurum olan Ağa Han’dan aldığı  ödül bu yaratıcı yorumun dünya mimarlık kamuoyunca da tescili anlamına geliyor. Proje sadece cami programının alışılmış hacimlerini düzenlemesindeki yaratıcılıkla sınırlamamış yorumunu. Ötesinde dikkati çeken katkısı da kıble duvarının ardına doğal-yapay karışımı bir güzel tasviri avlu koyması, böylece namaza duranlar   yüzlerini kaf dağının ötesindeki bir kutsala dönmekle kalmayıp burunlarının dibindeki ulaşılabilir bir idealle de yüzleşmiş oluyorlar. Nereden bakılsa örnek bir iş. Durabileceği en anlamlı yerde, Türkiye demokrasisinin kurumsal merkezi meclis kampüsü orta yerinde duruyor. Tâ ki, 20016’da zeminle hemhal mimarisi meclisin müteahhit zihniyet temsilcilerine boş arsadaki pürüz gibi gözükene kadar. Hala da tehdit altında.   

 

     

 

Sonra Malatya Tören Camii:

 

 

Malatyalı hayırsever Mehmet Kavuk, kentinde eksik olan tören camisini kendi imkanlarıyla yaptırmak üzere harekete geçiyor, belediyenin arsa tahsisiyle iş ciddiye biniyor. Mimar Nevzat Sayın’a sipariş veriliyor; Sayın dere-tepe düz gidip Anadolu’nun kıyı-köşesinde saklı taşra geleneği ahşap direkli camileri gezip, kubbesi, kıblesi, mihrabı, ışığı, minaresi yerinde uhrevi aurasıyla çarpıcı cami tasarımıyla çıkıyor bu yerel sivil işbirliğinin karşısına; benimseniyor da. Bildiğimiz yurdum hikayesi sonra başlıyor: Ankara, yerel inisiyatiftir işimiz değil; demeyip en yukarısı Cumhurbaşkanından dahil oluyor işe. Eksik-gedik varsa kapatalım diye değil; mimarisini denetlemek için. Projenin mimari görgü ve olgunluk işareti, ayaklarla kirişlerden konstruktif eklemli bir tırmanmayla teşkil edilmiş kubbeye takılıyor o aşamaya kadar su gibi akıp gitmiş süreç. İstenen ille de o malum beton kubbe. Arsası, cemaati, finansı, projesi hazır cami yapılamadı.

 

 

Yıkılmayla yüzyüze ve yapılmayandan yapılanlara gelirsek:

 

Çamlıca:

 

 

Bizans, Constantinopel ve Osmanlı, Haliç’le Tarihi yarımadayı kullanmakla yetindi. Osmanlı biraz da Üsküdar’ı… Boğaz denizden ulaşılan köylerden ibaretti, Osmanlı’da  sonraları elitler de sarayları ve yalılarıyla yerleştiler. O nedenle anıtlar hep kent merkezindeki Haliç’te boy gösterdi. Kısmen de Marmara’ya gözüktü. Boğaz, nüfus baskısına maruz kalacağı 20.yüzyıla kadar içine yalılarla köylerin sindiği, kendine has florasıyla, bir korular zinciri peyzajı olarak kaldı. Boğaz siluetine 20.yüzyıl mahsulü ofis, avm bloğu ile kaçak apartman sızması o nedenle bir bakıma tarihin akışı. Ama değindiğim istisna Üsküdar’ın sahil anıtı Mihrimah Sultan ve sahil saraylarının cüsselisi Dolmabahçe hariç anıtsal cami vs. izi kalmamış geçmişten. O nedenle Boğaz’ın Anadolu sırt çizgisini, hem de zirvesi Çamlıca tepesinden, yırtan bir cami silüeti herşeyden daha yabancı ve yadırgatıcı İstanbul’a. Ne Haliç’deki eski ne de Levent-Maslak’daki yeni yapı konturlarıyla meşrulaştırılabilir. Kendi başına bir uyumsuzluk olarak ölçüleriyle  yakın çevresine verdiği hasarla kalmayıp İstanbul’un en kıymetli tarafı siluetinin orta yerindeki “hançer” klişesi sembolü olacak. Son kertede silah olan bir hançerin olabildiği ölçüde kutsallaşabilir ancak.

 

 

Ataşehir:

 

           

Hep ölçüsüzlüğü ve taklit oluşuyla eleştirildi de asıl yadırgatıcı ve tuhaf  yanı; ne kadar büyük olsa, otoyol kenarı ölçüleriyle yığılmış yükseklik ve şekilleriyle ofis ve konut kuleleri arasındaki tuhaf ezikliği üzerinde pek durulmadı…

 

 

Taksim:

 

           

Ezikliğin otoyol ve yüksek bloktan kaynaklanmayan bir çeşidi de Taksim’e yapılıyor. Modern İstanbul’un sahnesi olarak Taksim’e cami onyıllarca Kemalist muhafazakarlığın korkusu olmanın ardından maalesef onları haklı çıkardı. İstanbul’un dört-bir yanı avm ile kuşatılmışken bir de merkezine eski kışla izinde ve taklidiyle avm o kadar inandırıcılıktan uzaktı ki Gezi’den boşalacak yere cami komplosu daha mantıklı gözüküyordu.  

 

 

Sahiden daha mantıklı da olabileceği yeni yer diye su taksim deposu ardındaki şekilsiz otopark alanı açıklandığında anlaşıldı. Ama deponun meydana bakan ve önündeki anıtla birlikte sembol olmuş çeşme duvarı ardına sığınmış ezik proje Kemalistlerin kaşıkla verilmiş haklılıklarını kepçeyle geri aldı… Bunun için miydi onca gürültü-patırtı? Önce onca onyılın İslami sembol takıntısı ve ardından da iktidarın Gezi fobisi. Her bakımdan nereden bakılsa -teşpihte hata da hakaret de olmaz- dağ fare doğurmuştu.

Tiyatrodan gelmesi muhtemel jest sözcüğü sözlükte

1.-konuşurken el, kol ve başla yapılan belirli ve anlamlı devinim. 2.-yerinde yapılan ve beğenilen davranış.” olarak veriliyor.

Argoda kıyak geçmenin karşılığı ikinci anlamına çarpıcı örnek olarak, genelevde acıklı hikayesini dinlediği kadına jest olarak evlenme teklif eden delikanlı hikayesini dinlemiştim.

W. Benjamin, Türkçesi “Pasajlar”  derlemesinde yayınlanmış 20. yüzyılın herhalde en sık referans verilmiş makalelerinden  “Tekniğin olanaklarıyla çoğaltılabildiği çağda sanat yapıtı”nda teatral jestlerin yerini fokus imkanlarıyla sinemada mimiklerin alışına değiniyordu.

En başa Sinan Logie’nin paylaştığı apartman camilere dönersek, hangi anlamıyla olursa olsun birer jest gibiler, özellikle de o ana sayfaya çıkardığım betonarme karkası ile tuğla duvar farkı okunaklı olanı. Delikanlı örneğindeki merhamet de şart değil. Bir duruşun, hatta mimiğin yandaş veya eleştirel bir yığın sözden daha anlamlı olabileceğini hatırlatıveriyor insana. Tam yazı bitmişken Logie’den bir resim daha geldi. Bu seferki olanca tevazuu ve saflığıyla sevimli ve cana da yakın üstelik:

 

 

Bunları yapanların yorumlarımı kastetmeyip, bütçeleri ve emekleriyle hayır işleyip sevaba girmelerinin aşikârlığıyla okuru sıkıp tadını kaçırmamak için uzatmadan geçiyorum.

 

https://www.google.com.tr/url?sa=i&rct=j&q=&esrc=s&source=images&cd=&ved=0ahUKEwj3o-PflMjUAhWqKJoKHTcaCHoQjBwIBA&url=http%3A%2F%2Fimg01.imgfotokritik.com%2Ffk_new%2Flowres%2F2%2F9%2F4%2F294030%2F1763600-absurd-reaction.jpg&psig=AFQjCNFBAGSjHKOmtO0dd3bvo1tGDCUENg&ust=1497901680942122

 

 

 

 

 

- Advertisment -