Ana SayfaYazarlarYargı Reformu (2) 1128’lerin hali

Yargı Reformu (2) 1128’lerin hali

 

[2.6.2019] Sekiz on gün süreyle Amerika’daydım. Bazı tarihçi ve sosyal bilimcilerle konuştum. Düşündüğüm (düşlediğim mi demek lâzım?) çeşitli projeleri anlattım. Bunlar arkadaşlarım. İlkeli, dirayetli, geniş ufuklu, liberal demokrat insanlar. Hiçbir İslamofobileri de yok. Tersine, kendi ilim ve bilim alanlarında Batımerkezciliği aşarak yaratıyor, üretiyor, ders veriyorlar. Fakat bir noktada, karşıma hep aynı soru çıktı: Halil, nedir bu senin memleketin hali? Ortalıkta, Avrupa Üniversiteler Birliği’nin bütün Türk üniversiteleriyle ilişkisini derhal ve toptan kesmesini isteyen çağrılar dolaşıyor. Şimdi biz senin önerdiğin işlere girsek, bir bildiriye imza attılar diye hapse mahkûm olan,  ya da dışarıda yaşar ve çalışırken artık ülkesine dönemez duruma düşen arkadaşlarımız bize ne der? Türkiye, vaktiyle apartheid’ın hüküm sürdüğü Güney Afrika’ya benzer bir fikrî ve manevî izolasyona sürüklenmekte. Dışarıdan nasıl görüldüğünüzün farkında mısınız? Farkındalar mı?

 

Beklemiyor değildim. Gene de çok acı geldi. Elimden geldiği kadar, her ülke için geçerli olan bir farkı vurgulamaya çalıştım. Siyaset başka, sivil toplum başka. Hükümet başka, üniversiteler başka. Kaldı ki, dedim, bir ülke zaten içe kapanma eğilimine girmişse, yaptırımlar adına bilimsel işbirliğinden uzak durmak, hele insan ve toplum bilimleri alanında, sadece olumsuz gidişatı daha da hızlandırmaya yarar. Oysa dış dünya ile araya duvar örülmesine değil, olabilecek bütün entellektüel kanalların açık tutulmasına çalışmalıyız… Muhataplarım üzerinde ne kadar etkili oldu, bilemem. Ama beni iyileştirmedi. Boğazıma oturan yumru, içime çöreklenen kasvet gitmedi.

 

Döndüm. Yazılı ve sözlü dâvetiyeler aldım Adalet Bakanlığı’ndan. Meğer Yargı Reformu Stratejisi çalışmaları tamamlanmış. Beştepe’de, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde kamuoyuna açıklanacakmış. Ona çağırıyorlar. Yıl sonu sınavlarıma denk geldiği için gelemiyeceğimi anlattım. Özür diledim.

 

Cevaplamayı daha yeni bitirmiştim ki… Hayatın ironisine bakın! Baskın Oran ve Füsun Üstel’den sonra, bu sefer Sabancı Üniversitesi’nden meslekdaşım, değerli sosyal antropolog Ayşe Gül Altınay’ın da 2 yıl 1 ay hapse mahkûm olduğu haberi çıkageldi. Buna da şaşırmamalıydım gerçi. Çünkü biliyordum; neredeyse dört yıl önceki ilk patırtının durulmasının ardından, “Barış İçin Akademisyenler” dilekçesine yönelik yargılamalar hiç durmadı. Çok daha sessizce, kıyıda köşede, kimseler görmeden ve duymadan, lâkin amansız bir buldozer eziciliğiyle sürüyor. Pazarlıklar yapılıyor, sanıkların nasıl ifade verirse görece hafif veya ağır ceza alacağı, ya da cezasının tecil edilip edilmeyeceği üzerine. Giden gidiyor; yurt dışında iş bulup kalıyor; bir daha geri gelmeyecek muhtemelen. Böyle bir gizli beyin göçü de yaşanıyor ve Türkiye yetenek kaybediyor, yetişmiş insan kaybediyor habire. Tıp diliyle hemorrhage. İç kanama. Hepsini ergeç duyuyor, öğreniyoruz.

 

Gene de ilk öğrendiğimde, kaynar sular döküldü başımdan aşağı. Ne diyeyim, bilemiyorum. Neresinden bakarsanız bakın, tam bir felâket ve rezalet. Dilekçenin siyasî anlamı ve doğrultusunu yanlış bulmak başka; içinde herhangi bir suç unsuru keşfetmek başka. Açıkçası, yok böyle bir şey. Normal bir hukuk anlayışıyla yok tabii. O dilekçede PKK’ya ilişkin tek bir sözcük yer almıyor. Ne övülüyor, ne yeriliyor. Dün de uzun uzadıya anlatmaya çalıştığım gibi, sadece devlet eleştiriliyor. Başka bir deyişle, metnin lâfzı itibariyle, terörün övülmesi ya da terör örgütüne yardım söz konusu değil. Bunu neden eksik, dolayısıyla yanlış bulduğumu dün uzun uzadıya anlattım. Tekrarlamayacağım. Fakat işte bu, olsa olsa siyasî bir yanlış. Bu da son tahlilde sübjektif bir değerlendirme. Herkesin objektif hukuk ölçüleri içinde, beğenelim beğenmeyelim, kendi siyasî yorum ve duruş hakkı var.  Bana göre yanlış, başkalarına göre değil. Böyle sorunlar, çözülürse de ancak konuşa konuşa — gerekirse yıllar ve onyıllar boyu konuşa konuşa çözülebilir. 

 

Öte yandan, sözünü ettiğim nesnel ölçüler açısından bu dilekçede söylenenler bir suç değil. Suç gibi gösterilmesi, ancak eşi görülmedik derecede zorlama bir yorumla, söylemedikleri — 2015 yazı ve sonbaharındaki durumun oluşmasında PKK’nın sorumluluğundan söz etmemeleri –üzerinden mümkün. Başka bir deyişle, mesele (1) terör propagandası yapmış olmaları değil, (2) anti-terör propagandası yapmamış olmaları. Aşikâr ki (1) ile (2) çok farklı pozisyon veya önermeler. Ama işte mahkeme kararlarında bu gerçek eğilip bükülüyor, döndürülüp dolaştırılıyor, sonunda (2) öyle kalmıyor, kalamıyor; (1)’e eşitleniyor; terör propagandası, terör örgütünü övme ya da teröre yardım haline getiriliyor.

 

Bu koşullarda, Adalet Bakanlığı’nın Yargı Reformu Stratejisi’nin ne ölçüde hayata geçebileceğini, ya da hayata geçebileceğine inanmanın mümkün olup olmadığını bilemiyorum doğrusu. Tâyin edici faktör, kuşkusuz siyasetin hukuku rahat bırakıp bırakmayacağı. Bu bir yana, benim sırf hukukun kendi ölçüleri içinde bir sorum olacak, bu reform çabasında çalışan sayın yargıçlara. Hattâ onların da ötesinde, hukuk fakültelerimizin dekanlarına, önde gelen profesörlerine, bir yandan temel insan hakları ve diğer yandan ceza hukuku uzmanlarına. Hani dün, hukuk öğretim ve öğrenimimizin durumundan söz ediyordum ya. Dünyayla bağlantısından, ya da evrensel bir vizyon üzerine kurulu olup olmadığından.

 

O bağlamda: Diyelim ki bazı şeyleri söylemek yasak. Peki, insanlar başka bazı şeyleri söylemeye mecbur tutulabilir mi? Herhangi bir kimse, bazı şeyleri söylemiyor, söylememiş diye yargılanıp mahkûm edilebilir mi? Terörü lânetlememek, terörü övmekle bir mi? İkisi birbirine eşitlenebilir mi? Meslekî seyahatlere çıkıyorsunuz. Çeşitli ülkelere gidip incelemelerde bulunuyorsunuz. Siz bunu Avrupa’nın veya Amerika’nın hangi hukuk fakültesinde, öğrenci ve öğretim üyelerinin önüne çıkıp savunabilirsiniz?  

 

 

 

 

 

- Advertisment -