Ana SayfaYazarlarSınır, kurum ve kural da kalmadı

Sınır, kurum ve kural da kalmadı

 

[26-27 Ocak 2020] Dayanamadım. Kısa bir not daha, memleketimin halleri karşısında.

 

(1) Bundan sekiz ay önceydi. 31 Mart yerel seçimlerinden, 23 Haziran İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı seçimlerine gidiyorduk. İktidar ve iktidar medyası illâ sahtekârlık diye tutturmuş; bu yorum Yüksek Seçim Kurulu’na da empoze edilmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan ilk başta bu inatlaşma ve kutuplaşmadan biraz geri çekilmeyi denemişti gerçi. Ama belki gerek ittifakının (Devlet Bahçeli gibi), gerekse partisinin (bilemeyeceğim) şahinleri karşısında yapamamış; seçimlerin yenilenmesi ısrarına o da ayak uydurmuştu. Tek fark, dâvâ… beka… zillet… hainler… çığırtkanlığının askıya alınmasıydı. Buna rağmen bütün işaretler, sonucun çok daha kötü bir yenilgi olacağını gösteriyordu.

 

Bir sabah, asansörün karşısında dikiliyorduk iki kişi. Arkadaşım dindar-muhafazakâr kesimdendi. Ne diyorsun, diye sordum, bu vaziyete. Sesini alçaltarak vallahi hocam, dedi, bu tür komplo teorilerine kesinlikle karşıyım ama bazen ben de ister istemez, Sayın Cumhurbaşkanının etrafında kötülüğünü isteyen ve kendisini adım adım bir tuzağa sürüklemeye çalışan birileri var mı diye şüpheye düşüyorum.

 

(2) Yaz geldi geçti, derken sonbahar ve kış. Bu sefer Şehir Üniversitesi olayı hızla derinleşti. Malî sıkıntıları yıllardır bilinmiyor değildi. Ama kurucusu sayılan Ahmet Davutoğlu’nun açık muhalefet bayrağını çekmesi ve AKP’den ayrılıp yeni bir parti kuracağını açıklaması her şeyi değiştirdi. Üniversite sırf bu yüzden boy hedefi haline geldi. Bu nasıl bir hınç, amansızlık ve intikamcılıksa, kredileri kestirildi, bütün umut kapıları kapatıldı, hesapları ve tüm mal varlığına el kondu. Öğrencilerinin burslarını, öğretim üyelerinin maaşlarını ödeyemez hale getirildi. Sonra da adım adım itildiği bu durum, “hami”si konumundaki Marmara Üniversitesi’nin yönetimine geçirilmesine gerekçe yapıldı.

 

Yetmemiş ki, birkaç hafta sonra kurucusu olan Bilim ve Sanat Vakfı’na da kayyım atandı. 15 Temmuz 2016 darbesi sonrasında Gülen Cemaatinin üniversiteleri için çıkartılmış bir KHK maddesi, bunu kağıt üzerinde “mevzuata uygun” kılıyordu. Yıldıray Oğur peşpeşe iki yazıda çok güzel anlattı hepsini (Meğer Vefa bir semt adı bile değilmiş, 22 Ocak 2020; İnşallah bir yerden döner diye diye, 25 Ocak 2020). Bir, o “mevzuat”ın ne kadar sakat olduğunu gösterdi. İki, “mevzuat”ın uygulanmasının da YÖK’ün ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün talebine bağlı olduğunun altını çizdi. Üç, kimsenin farkına varmadığı bir ayrıntıya: Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem’in 26 Aralık 2019’da görevden alınmış olmasına dikkat çekti. Dört, “mevzuat” ile adalet ve hakkaniyet arasındaki farkı hatırlattı.

 

Tam o günlerdeydi. Gene dindar-muhafazakâr kesime mensup başka bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. Geçmişte benim gıcık bir esprim vardı, dedi bir noktada. Kemal Kılıçdaroğlu muhalefet edeceğim derken o kadar beceriksiz bir lâf ederdi ki, sayı Erdoğan’ın hanesine yazılırdı ve ben de bu Kılıçdaroğlu kesin kripto Erdoğancı diye dalga geçerdim. Şimdi espriyi tersten yapmak zamanı gelmiş anlaşılan. Cumhurbaşkanı kripto Davutoğlucu mu diye sorasım geliyor, hele şu Şehir süreci karşısında.

 

(3) BİSAV’a üç memurun gelip oturması ve açılacak derslere, yapılacak konuşmalara, düzenlenecek panellere vb padişah elçisi tavrıyla karar vermeye koyulması, toplumsal vicdanda ve en başta İslâmî kesimde derin bir yara açtı. Bu kadar da olmaz dedirtti. Gene Yıldıray Oğur’un ifadesiyle, “Ahlâk, erdem, adalet, hakka girmemek, vakıf malına saygı, Cuma hutbelerinde cemaate söylenmiş nasihatlerden ibaret değil[di]; hayatın, olayların, iktidarların karşısında test oluyor[du].” Bir tarihçi ne hatırlar? Tarih hatırlar kuşkusuz. Ben de ister istemez II. Mehmet’in, 1453 zaferinin bahşettiği olağanüstü karizma sayesinde şeriatı da çiğneyerek vakıf topraklarına el koyup tekrar mirîye almasını hatırladım. Kısaca not ettim de bir yerde. Tabii, Fatih’in 1481’de ölmesinden sonra satha çıkan şerî reaksiyonun, II. Bayezid’e babasının hamlesini tersyüz ettirdiğini de unutmadan.

 

Fakat olay o kadar vahimdi ki, bu sefer çok daha büyük bir tepkiye konu oldu. “Şehir Üniversitesi’ne yapılanlara ses etmemiş olan otuzdan fazla [rakamla: 30’dan fazla – HB] vakıf, sosyal medya hesaplarından peş peşe yaptıkları açıklamalarla, Bilim ve Sanat Vakfı’na kayyım atanmasını eleştirdi” (Yıldıray Oğur, 25 Ocak). Gelgelelim buna da bu sefer Vakıflar Genel Müdürlüğü çok sert bir karşılık verdi. Kendi kurumsal alanın söylem itibariyle de tamamen dışına çıktı. Âdetâ bir siyasî parti üslûbuyla BİSAV’ı suçladı. Daha da garip bir şey yaptı. Kendini kamusal alandaki bir ideo-politik mücadelenin bir tarafı olarak gördüğünü açığa vurdu. Kayyım atadığı vakfı “özeleştiri”ye çağırdı.

 

Cuma günü. Çalışıyorum. Gene dindar-muhafazakâr bir arkadaşım gelip oturdu yanıma. O da sesini alçaltarak BİSAV konusuna girdi. Hocam, dedi, birileri Cumhurbaşkanına özellikle zarar vermeye, küçük düşürmeye mi çalışıyor acaba?

                  

                                                   *          *          *

 

Yemin ederim ki bunlar üç ayrı kişi. Yemin ederim ki uydurmuyorum, sözlerini kelimesi kelimesine aktarmaya çalışıyorum. Sıkıntı büyük. Herkes hissediyor. Anayasa Mahkemesi, 8-8 de olsa, 1128’ler bildirisinin ifade özgürlüğüne girdiğine hükmediyor. Medyanın topa tutması yetmiyor. Tek tek üniversiteler, AYM’yi kınayan açıklamalar yapmaya zorlanıyor. Kişiler, kişi olarak ister kınar, ister destekler; ona bir şey diyemem. Ama hepsinin sıraya girip resmen, kurum olarak tavır alması ve iktidarı desteklemesi dayatılıyor. Sonra YÖK ve Vakıflar Genel Müdürlüğü bir başka adım atıyor. Kamuoyunda, sivil toplumda eleştiriliyor. Bunun üzerine Vakıflar Genel Müdürlüğü kurum olarak cevap veriyor. Kayyıma devrettirdiği vakfı topa tutuyor. 

 

Sıkıntı büyük. Hiçbir kuralın kalmadığı, bütün sınırların çiğnendiği, kurumların güvenilirliğini yitirdiği bir toplum haline geldik. Nereden nereye; en fazla beş altı, özellikle de son üç yılda.

 

Sıkıntı büyük. Shakespeare’in Hamlet’i, Birinci Perde, Dördüncü Sahne. Bahçede uyurken kulağına zehir akıtılmak suretiyle öz kardeşi tarafından katledildiğini sonradan öğreneceğimiz eski kralın, kaç gecedir Elsinore şatosunun en yüksek burcundaki nöbetçilere gözüken ama onlarla hiç konuşmayan zırhlı ve silâhlı hayaleti, nihayet oğlu Prens Hamlet’le buluşur. Başbaşa kalmak için biraz uzaklaşmasını işaret eder; Hamlet, beraberindekilerin engelleme çabalarına rağmen izler babasını (bkz başlık resmindeki tüyler ürpertici sahne).

 

Prensin sadık arkadaşı Horatio, “Acaba bunun altından ne çıkacak” diye söylenir (To what issue will this come?). Cevaben, saray muhafızı Marcellus’un sezgisi boşlukta büyür: “Danimarka devletinde çürümüş bir şey var.” Something is rotten in the state of Denmark.

 

 

 

 

- Advertisment -