Ana SayfaYazarlarRusya’da demokrasi ve demokratlık (2)

Rusya’da demokrasi ve demokratlık (2)

 

[16-17 Şubat 2018] Bu konuya giriş yazımda, Rusya’nın 20. yüzyıl tarihindeki demokrasi denemeleri ya da göreli demokratikleşme dönemlerine değinirken, hem hepsinin ne kadar eksik ve güdük kaldığına, hem de ne kadar kısa sürdüğüne dikkat çektim. Galiba, dedim, Rusya tarihinde esas süreç veya olağan sayılan şey, anti-demokrasi ya da demokrasinin yokluğu. Bu da kâh Çarlık otokrasisi, kâh komünist bir tek parti diktatörlüğü, kâh güçlü bir tek adam yönetimi biçimini alıyor. Buna karşılık, azıcık da olsa demokrasidir ki “olağan dışı” veya “ara dönem”ler niteliğine bürünüyor. Anti-demokrasi, demokrasiyi tek tük kesintiye uğratmıyor. Tersine, demokrasi anti-demokrasiyi tek tük ve çok cılız bir şekilde kesintiye uğratıyor.

 

Dolayısıyla demokrasinin olgunlaşması, ete kemiğe bürünmesi, kök salması ya da ciddi bir demokrasi tecrübesi ve geleneğinin oluşması söz konusu değil. Öyleyse demokratları nerede arayacağız? Bunun için biraz da, saydığım beş kısmî demokrasi ânının nasıl sona erdiğine eğilmek gerektiği kanısındayım. (1) 1905-1906 dönemeci: Ekim Manifestosu’nu ve onu izleyen altı haftalık Özgürlük Günleri’ne karşın, Çar II. Nikola monarşinin meşrutîleşmesine (anayasallaşmasına) yönelik ilk adımları bile hep kısıtlamayı başarıyor. Duma’yı (parlamentoyu) bir danışma meclisine indirgiyor. Neredeyse kırk yıl önce II. Abdülhamit’in yaptığı gibi) veto yetkisini elinde tutuyor. 20 Şubat 1906’da çıkan bir kararnameyle Devlet Konseyi, Duma’yla eşit yetkilere sahip ikinci bir yasama meclisine dönüştürülüyor. 24 Nisan 1906’da kabul edilen yeni Anayasa (veya Temel Yasalar), bakanları atama ve azletme yetkisini sadece Çara tanıyor. Dolayısıyla 27 Nisan’da toplanan Duma, kendini her bakımdan yetkisiz bir konumda buluyor. Milletvekillerinin çoğu hükümete güvensizlik oyu vermenin ardından 13 Mayıs’ta topluca istifa etmekten başka çare bulamıyor. Sokak gösterileri de sona erdiği ve kitle hareketi enerjisini tükettiği için, daha 1906 ortalarında Çar otoritesini konsolide etmeyi başarıyor.

 

(2) 1917 dönemeci: Çar geri gelmiyor ama bu sefer Bolşevikler geliyor ve komünist bir diktatörlük rejimini empoze ediyor. Nasıl? Geçici Hükümet adım adım Rusya’yı yönetemez hale geliyor. Prens Lvov’un ve Milyutin’in ardından başbakan olan Kerensky, Çarlığın İngiltere ve Fransa’yla gizlice imzaladığı paylaşım antlaşmalarını açıklamaya ve Rusya’yı savaştan çekmeye cesaret edemediği için, gerek cephelerin ve gerekse ülkenin genel durumu habire ağırlaşıyor. Orduda hoşnutsuzluk yaygınlaşıyor ve işçi-köylü kökenli askerler giderek (sürekli barış propagandası yapan) Bolşeviklere kayıyor. Bu da St. Petersburg ve Moskova’daki “Ekim” (7 Kasım) ayaklanmasına ve Bolşeviklerin öncelikle bu iki büyük şehirde iktidarı ele geçirmesine; ardından İç Savaşı da kazanıp bütün ülkeye hakim olmasına yol açıyor. Demokrasi umudu yeşermiyor. (a) Sahte ve aldatıcı olduğu söylenen “burjuva demokrasisi” hemen hiç kurulmuyor, kurdurtulmuyor. (b) “Ekim” ile “Şubat” arasının kitle hareketleri de sönüyor, duruluyor veya Bolşevik Partisi’nin hegemonyasına geçiyor (geçmezse de eziliyor ve özerkliği yokediliyor). Her iki tür demokrasi potansiyelinin yerini, ister 1917-1989/90 deyin, ister Sovyetler Birliği’nin resmen kurulmasıyla başlatıp 1922-1989/90 deyin, 20. yüzyılın en uzun süreli diktatörlüğü alıyor.

 

(3) 1956 dönemeci: Stalin’in ölümünün ardından, İlya Ehrenburg’un daha 1954’te yayınlanan romanının başlığı manidardır: Buzların Çözülüşü (Ottepel, İng.çev. The Thaw). Ardından Kruşçev’in başlattığı kısmî de-Stalinizasyon geliyor. Parti ve devlet bürokrasisi sarsılıyor ama yıkılmıyor; yeni koşullara adapte olup, hafif profil değişiklikleriyle yerini koruyor. Hattâ çok güçlü beka ve düzeni koruma refleksleri peydahlıyor. Evet, bazı reformlar gerekli, ama çığrından çıkmasın. En önemlisi, her şey Komünist Partisi’nin denetiminde ve emir-kumanda zinciri çerçevesinde cereyan etsin. Anarşiye meydan vermeyelim; özgürlük ve demokrasi hevesleri, o kadar özenle kurup bugünlere getirdiğimiz şu “uluslararası sosyalist sistem”in orasına burasına sıçramasın,  çözülmelere yol açmasın. Zaten Kruşçev de “kutunun dışında düşünme”  (thinking outside the box) kapasitesine sahip değil. Öyle bir ufku yok; o da (hele Ukrayna’daki görev yılları sırasında korkunç uygulamalara imza atmış) bir parti, devlet, düzen, otorite ve diktatörlük adamı. Dolayısıyla  Politbüro’sunda pusuya yatmış bekleyen restorasyonistler tarafından çok kolay esir alınabiliyor.

 

Kritik sınav, 20. Kongre’nin sonbaharında çıkageliyor: 23 Ekim – 10 Kasım 1956 Macar İhtilâli. Düzen mi (imparatorluk mu), reformların devamı ve demokrasi mi? Ya biri, ya diğeri; ikisi birden mümkün değil. Bu soru 1908-1909’da İttihatçıların da önüne gelecek ve onları adım adım “hürriyet”ten kendi despotizmlerine, Bâbıâli Baskınına ve Enver-Talât-Cemal üçlüsünün askerî diktatörlüğüne götürecek. Mao’dan sonra Çin’in, Çin Komünist Partisi’nin ve Deng Şiaoping’in de önüne gelip, 3-4 Haziran 1989’daki, çoğu genç öğrenci en az 3000, ama belki 10,000 sivilin Şansi’den getirilen 27. Ordu birlikleri tarafından vahşice öldürüldüğü Tiananmen Katliamı’na götürecek. Kruşçev’in de Macar halkıyla ve İmre Nagy ile değil, kendi parti üst kademesindeki Bulganin, Voroshilov, Molotov, Kaganoviç, Zhukov, Şepilov ve Şvernik gibi dinozorlarla (ve Budapeşte’deki büyükelçisi, sürekli müdahele çağrısında bulunan Andropov’la) saf tutması, farkında olmasa da kendi sonunun başlangıcı demek. Bundan sonra demokratikleşme bir hayalden ibaret. Rejim yerinde sayacak. Kişisel prestiji giderek aşınacak. Fırsat kollayan rakiplerince Ekim 1964’te  devrilmesini, artık Brejnev’in Sovyetler Birliğinin değişmez çehresi ve imgesi haline geldiği 19 yıllık bir grilik ve çürüme dönemi izleyecek.

 

(4) 1985-89 dönemeci: Kruşçev’e kıyasla Gorbaçov çok daha derin ve cesur, kuşkusuz. Özellikle glasnost esaslı bir reform adımı. En önemli sonucu, kamusal alandaki açılma ve genişleme, ferahlama, yayın ve tartışma özgürlüğü. Öte yandan perestroika, yani yeniden yapılanma, o kadar başarılı değil. Çünkü parti ve devlet aygıtı sessiz ama büyük bir direnç gösteriyor. Ağırlaştırıyor, ayak sürüyor, uygulamıyor. Kruşçev gibi Gorbaçov da son tahlilde kendisini var eden, yükselten ve başa geçiren sistemin adamı.  Kendi meşruiyetini Komünist Partisi’ne borçlu ve onun dışında (örneğin doğrudan halka dayalı) bir iktidar tabanı mevcut değil. Düzenin ve özellikle onun en temel unsuru olan partinin dışında düşünemiyor; SBKP’nin başta olmadığı bir düzen tasavvur ve/ya telaffuz edemiyor. Partinin ve Marksizmin ayrıcalıklı konumlarını koruduğu bir tür demokratik sosyalizm vizyonunun ötesine geçemiyor. Dolayısıyla reformlar bir noktadan sonra lâftan ibaret kalmaya başlıyor. Güzel şeyler söylüyor; iş orada kalıyor. Ve onun da etrafı tekrar muhafazakârlarla sarılmaya başlıyor. Ancak Kruşçev’den ve Kruşçev dönemecinden farkı şurada: bu sefer aşağıdan, çeperden ve tabandan da sert bir muhalefet geliyor. Partinin manevî otoritesi çözülüyor usul usul. Bu sürecin başına Gorbaçov geçmeyince başkaları geçiyor. Kendilerine parti-dışı güç tabanları inşa etmeye girişen, daha halkçı, daha popülist liderler sahneye çıkıyor. Bütün Doğu Avrupa da ayaklanıyor. Bir an geliyor; muhafazakârlar ile radikaller arasına sıkışan Gorbaçov kontrolü tamamen yitiriyor. Akıllı ama iktidarsız kalıyor.  

 

(5) 1987-91 dönemeci: İnsiyatifi ele geçiren Yeltsin, Komünist Partisi’ni de yıkıyor, Sovyetler Birliği’ni de. Ama yerine ne koyacak? 19. yüzyılın sığ ve vülger liberal iktisatçıları gibi o da, laissez-faire herşeyi halleder sanıyor. Demokrasinin de, piyasa ekonomisinin de ancak belirli kurumların ve belirli bir kültürün varlığı halinde sağlıklı bir işleyişe kavuşabileceğinin farkında değil. Şok tedavisi (ülke çapında özelleştirmeler ve fiyatların serbest bırakılması) yoluyla, sosyalist ekonomiyi âdetâ bir gecede kapitalizme dönüştürmeye kalkıyor. Sonuç, devlet mülkiyetindeki bütün zenginliklerin bir avuç “oligark”ın eline geçmesi. Yolsuzluk alıp yürüyor. Hızla yoksullaşan halk Yeltsin’den soğuyor. Yeltsin ise tepkiler karşısında iktidarını otoriterleşerek ve illegalleşerek savunmaya kalkıyor.  Anayasayı re’sen ilga ediyor, parlamentoyu dağıtıyor, muhalefeti yasaklıyor. Ama bir türlü duruma hakim olamıyor. 31 Aralık 1999’da istifa ediyor… ve yerini, Başbakan Yardımcısı Vladimir Putin diye birine bırakıyor.

 

Bu acı tecrübelerden çıkabilecek dersleri ve tek tük demokratların nerede aranabileceğini, gelecek yazımda ele alacağım.

 

- Advertisment -