Ana SayfaYazarlar“Post-truth” neymiş meğer

“Post-truth” neymiş meğer

 

24 Temmuz 2019] Kişiye tapma kültlerinin bir özelliği, gerçekle sürekli oynamaları; hakikati keyfîleştirme (arbitrarization) ve rastgeleleştirmeleri (randomization of truth). Herşeyin merkezinde bir “ulu önder” yer aldığından, bu tür çarpıtmalar çoğu zaman şu iki üç nokta etrafında dönüyor: (a) Liderin ve sadece liderin, her an, bir parçası olduğu sürecin her safhasında yüzde yüz doğruyu temsil etmiş olduğunu ispatlamak. (b) Başka herkesin ise derece derece ya bocaladığı, tereddüt ettiği, gerekli kararlılık, cesaret ve dinamizmden yoksun olduğunu, ya da doğrudan karşı tarafa geçtiği ve düşman kesildiğini telkin etmek. (c) Bu tür hainlerin bütün izini silmek, bugünden ve tarihten. Hayır, sadece ihanet ettikleri noktadan itibaren muhatap almamak, değer vermemek değil. Çok daha gerilere gidip sözel-görsel bütün kayıtlardan çıkarmak. Hiç yaşamamışlar; söz konusu dâvâ ve mücadeleye (her ne ise) hiç katılmamışlar; liderin hiç yanında yer almamışlar, onun eski arkadaşı, yoldaşı, bazen emanetçisi olmamışlar.

 

Bu, bir tür “toplumsal hafıza diktatörlüğü.” Sansür, bellekleri de kapsamına alıyor. Sadece güncel hayattaki reel süreçleri değil, insanların anılarını, neyi hatırlayıp neyi hatırlamadıklarını da ipotek altına alıp kayyuma vermeyi amaçlıyor. Çeşitli tezahürlerinden geçmişte çok söz ettim. Türkiye’de de mevcut, özellikle İttihatçı ve Kemalist otoritarizm dönemlerinde. Enver Paşa Sarıkamış’tan dönüyor, olan bitene yayın yasağı koyuyor, soranlara da “biraz cenk ettik” gibi cevaplar veriyor. Stalin’e göre SBKP (B) Tarihi, Enver Hoca’ya göre Arnavutluk Emek Partisi Tarihi, Mao’ya göre (ama kendisi hayattayken yazdırtamadığı) bir ÇKP tarihi, galiplerin kaleme aldığı ve sadece galiplerin sesinin duyulduğu bir devrim tarihi janrının bazı örnekleri. Aynı janrı Türkiye’de Nutuk temsil ediyor. Zamanında karşısına, Kâzım Karabekir’in kendi notları ve belgelerinden hareketle yazdığı İstiklâl Harbimiz dikildi. Kıyamet kopuyor bu yüzden. O Kâzım Karabekir ki, 1919’da Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında, Anadolu’daki tek organize askerî gücün: Erzurum’daki 15. Kolordunun komutanı. Dolayısıyla 19 Mayıs’tan sonra tereddütsüz Mustafa Kemal’in emrine girmesi, Millî Mücadelenin kaderi bakımından tâyin edici önemde. Ama aynı Karabekir Paşa, önce İnönü’nün “Paşaları vermem!” direnciyle kurtuluyor, “üç Ali”lerin İstiklâl Mahkemesinden. Ardından kitabı yasaklanıyor, toplatılıyor, evrakı alınıp götürülüyor, resmî tarih tekelini deldiği için sanki dış uzaya, başka bir gezegene yollanıyor.

 

Fakat Kemalizme kıyasla Sovyetler Birliği, çok daha sert bir “devrimci diktatörlük” ideolojisi ve rejimiydi kuşkusuz. Dolayısıyla hem reel, hem sembolik iktidar mücadelesi alabildiğine daha vahşi ve amansız biçimlere büründü. Fotoğrafların dahi kesilip biçilmesine, sonra bu değiştirilmiş fotoğraflardan bir de yağlı boya tabloların üretilmesi ve bütün müzelere bu tabloların konmasına yansıdı. Tabii orada bir de Lenin faktörü vardı. Dolayısıyla Stalin kültünün, Lenin kültüne eklemlenmesi gerekiyordu. Stalin rakiplerini gerçek hayatta bir bir tasfiye ettikçe, o kişiler Lenin hayattayken çekilmiş resimlerden de silindi ve Stalin başlangıçtaki daha mütevazi konumundan giderek tırmanıp Lenin’in en yakınına yerleşti. Lenin 1917’de Rusya’ya döndüğünde, onu karşılayan Stalin; kürsüden konuşurken, hemen dibinde Stalin; ÇEKA’nın kuruluşunda, Lenin ve Dzerzhinsky’le birlikte Stalin; İç Savaşı yöneten ve Lenin’e bilgi veren Stalin; Lenin’in son nekahat döneminde, onunla bahçede başbaşa oturan Stalin… Oysa hiçbiri gerçek değil; bu sahnelerde Stalin ya hiç yok, ya da ön planda daha ünlü Eski Bolşevikler yer alıyor. Lenin öldükten sonra, 1924’ten 1936-38’in Moskova Duruşmalarına kadar uzanıyor bu çifte likidasyon süreci. Bakıyorsunuz, bir fotoğrafın orijinalinde Stalin  ve Kirov’la birlikte toplam yedi kişi var. Diğer beşi teker teker gidiyor ve son versiyonda sadece Stalin ile (Leningrad’da bağımsız bir cinayete kurban gittiği için kahramanlaştırılmış bulunan) Kirov yer alıyor. Parti kongre ve konferanslarının resmî albümleri de habire değişiyor bu yüzden. Zamanında değiştirilemezse, bireyler kendileri sansürlüyor; Troçki, Zinovyev, Kamenev, Buharin, Radek, Pyatakov vb “tehlikeli” figürlerin üzerini karalayıp, herhangi bir OGPU veya NKVD koğuşturmasına karşı kendilerini güya garantiye alıyor. Başarısız sanmayın. Çok başarılı. Son derece başarılı. Çünkü meselâ Türkiye’dekinden çok daha mutlak bir basın ve haberleşme tekeli söz konusu. 1980’lere gelindiğinde, Sovyetler çökerken Troçki’yi ve diğer 1936-38 kurbanlarını hemen kimse tanımıyor artık. Kimmiş? Neymiş? Yok canım, uyduruyorsunuz… sanıyorlar.

 

Son otuz yılda, bu tür “hafıza operasyonları”nın, cinayetlerinin mi demeli, bir diğeri cereyan etti (ve hâlâ da sürüyor) gözlerimizin önünde. 1989’da Çin, Tienanmen protestolarıyla sarsıldı. Reformcuların asıl güçlü lideri Hu Yaobang hayatta değildi artık. Politbüro’daki şahinler, demokrasi yanlısı Cao Ziyang’ı da bertaraf edip, taşradan getirdikleri en sadık birlikleri yolladı göstericilerin üzerine. Kimbilir kaç kişi öldü (rejime göre sıfır, bağımsız kaynaklara göre binlerce). Ertesi gün, yani 5 Haziran 1989’da, meydanı terkeden tankların önüne yapayalnız biri dikildi. Kimdi, başına ne geldi; Nâzım’ın Arhavili İsmail’i misali, “malûm olmadı insanlara Tank Adam’ın akibeti.” Yeni ÇKP yönetimi yoketti Tienanmen’in bütün anısını. Tek referans yok. Olmamış. Her türlü imâ, dolaylı referans, hattâ 5, 6 ve 89 rakamlarını herhangi bir şekilde yanyana getirmek bile yasak. Sosyal medya bile çok sıkı kontrol altında. Sonuçta, kimse hatırlamıyor Tank Adamı. Şu son günlerde, saldırı emrini verdiğinden şüphelenildiği için “Tienanmen Kasabı” diye anılan Li Peng vefat etti. Bilvesile, BBC muhabirleri dolaşmış bazı Çin kentlerini. Sokakta, caddede insanları durdurup gösteriyorlar, bütün dünyanın âşinâ olduğu o meşhur 5 Haziran 1989 fotoğrafını. Hayret, Çin’de kimse tanımıyor, bilmiyor. “Hayır, hiç görmedim” diyor çoğu insan. Biri “bunların Çin tankı olmadığını” iddia ediyor.

 

- Advertisment -