Ana SayfaYazarlarNâzım ve 1945’te dünyanın hali

Nâzım ve 1945’te dünyanın hali

 

[9 Ağustos 2019] Nihayet tatile girebildim. Neredeyse tamı tamına üç hafta. Biraz yüzerim. Biraz okurum. Biraz düşünürüm. Biraz ders hazırlarım, yeni öğretim yılı için. Biraz da yazarım kuşkusuz. Hazır, kafamda bekleyen yığınla konu varken.

 

Biri, 31 Mart ve 23 Haziran yerel (İstanbul) seçimleri sonrasında Türkiye’nin yeniden demokratikleşmesı olanaklarının dış kısıtlarıyla ilgili. Evet, sarsılan AK Parti’de içeriden çözülme belirtileri de var. Kopuşlar kaçınılmaz. Dolayısıyla yeni ittifakların da kapısı açılacak. Bu arada birçok mesele tekrar konuşulur oldu. Faraza Suriye’deki başarısızlığa, Kürt sorununa yeniden eğilmenin kaçınılmazlığına, ya da başkanlık sistemiyle gelen aşırı merkeziyetin bürokrasiyi felce uğrattığı ve hele Ankara’da, artık hemen hiçbir şeyin yürümediğine dair. İktidar medyasına bile yansıyor bu sendromlar (o medya ki habire daralıyor ve batıyor, daraldığı için batıyor ama tepedeki, perde arkasındaki yöneticileri çareyi daha da daralmakta arıyor; bu körlüğe ayrıca geleceğim). AYM ise hukuk alanındaki faciaya küçük bir müdahalede bulundu. Düşünce özgürlüğüne nefes aldırdı. Üniversitelere peş peşe yayınlattırılan kınama ve devlete sadakat bildirilerine rağmen (onlara da ayrıca geleceğim).  

 

Önümüzdeki dört yılın seçimsiz geçeceğini düşünmüyorum, bu koşullarda. 2023’ten hayli önce bir dönüm noktasına gelebiliriz, belki 2020 veya 2021’de. Yaşayıp göreceğiz. Fakat benim kafamdaki sorun, bu iç dinamiklerin hangi dış dinamiklerle rezonansa gireceği (veya girmeyeceği) ile ilgili.

 

Türkiye kadar hibrid, yarı-Doğulu yarı-Batılı, Avrupa ile İslâm âlemi arasındaki sınırda (fay hattında) yer alan, Ortadoğu’nun savaş alanlarıyla içiçe, Amerika ile Rusya arasında çok da planlı olmayan bir şekilde gidip gelen bir ülke… dünya çapında bir yeni demokrasi dalgası yükselmeden; tersine, çoğu yerde güçlü sağ popülizm rüzgârları esiyorsa, hemen bütün ülkeler giderek sağa kayıyorsa ve bölgesel sorunlara kısa-orta vâdede kapsamlı, barışçı çözümler bulunabilecek gibi değilse, nereye kadar düzeltebilir kendini?

 

“Oğlumuz hasta, / babası hapiste, / senin yorgun ellerinde ağır başın, / dünyanın hali gibi halimiz…”

 

Bu dizeler Nâzım’ın bir heves başladığı, fazla formalist ve zorlama, dolayısıyla arkasını getiremediği Pirâye İçin Yazılmış: Saat 21-22 Şiirleri’nden. Tarih henüz 21 Eylül 1945. Vurgu, Türkiye’deki Tek Parti diktatörlüğünün belki en karanlık yıllarında haksız yere mahkûm edilip yedi yıldır içerde yatmakta olan komünist mahkûmun ve ailesinin kişisel dramı, yalnızlığı, köşeye sıkıştırılmışlığı üzerinde.

 

Havada hem kabul edilmek istenmeyen (özel) bir bıkkınlık ve çaresizlik var, hem de belli belirsiz (genel) bir umut. “Dünyanın hali”nin ne olduğu söylenmiyor gerçi. Ama biliyoruz, Müttefikler kazanmış; Faşizm ve Nazizm tuzla buz olmuş. Demokrasinin zaferi Türkiye’ye de uzanır mı? Belki. Ama ne ölçüde? Araya, bu demokrasinin kimleri kapsayacağı ama kimleri kapsamayacağını işaretleyen Tan gazetesi baskını girecek (1 Mart 1944 tarihli manşetini yukarıda görüyorsunuz) ve o dört gün, 1945 yılı Aralık ayının dördü, 5 Aralık 1945, 6 Aralık 1945 ve 7 Aralık 1945 şiirlerine, Nâzım’ın içinde biriken hınç kuvvetle yansıyacak. İnada inat misali: “Bu dünya, bu korsan gemisi batacaktır, / taş çatlasa batacak. / (…) / Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına / (…) / Böyle bir günde yılgın ve kederli değil, / ne münasebet, / böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı [Nâzım Hikmetin kadını].” Son üç sözcükteki, tahammül edilmez bulduğum için köşeli paranteze aldığım, burada bile kendini beğenmiş “Ben Nâzım Bey nasılım” egosantrizmini, eşini erkeğin süsü ve dış temsilcisine indirgeyen felâket macho’luğu geçelim. 7 Aralık’tan itibaren dört gün susuyor. Ardından 12-13-14 Aralık’ta da yazıyor ve Saat 21-22 Şiirleri bu şekilde, 14 Aralık 1945’te sona eriyor.

 

Üstelik daha Soğuk Savaş ufukta belirmemiş bile. Gene de iyimser bitiyor 21 Eylül şiiri: “İnsanlar, daha güzel günlere insanları taşır, / oğlumuz iyileşir, / babası çıkar hapisten, / güler senin altın gözlerinin içi, / dünyanın hali gibi halimiz…”

 

Nâzım hiçbir somut gerekçe göstermiyor, ilk kıtadan ikinci kıtaya geçerkenki bu dönüşüme.

 

Bir teselli, bir avunma; sanki sırf hayatın olağan iniş çıkışlarına tutunup “aldırma, geçer” der gibi. Dünyanın 1945’teki halinden de bir olumluluk payı bulup çıkarıyor mu acaba? Neredeyse yetmiş beş yıl sonra bugün, ben bulamıyor, çıkartamıyorum.

 

- Advertisment -