Ana SayfaYazarlarMarksizm ve ahlâk sorunu (1) Apollon, Dionysos ve Nâzım Hikmet

Marksizm ve ahlâk sorunu (1) Apollon, Dionysos ve Nâzım Hikmet

 

[17-18Temmuz 2018] Aşağıdaki yazının (ve umarım yarınki devamının) ne son günlerde (hattâ Haziran ve Temmuz’un tamamında) yazdıklarımla bir ilgisi var, ne de gelecek haftalarda yazmayı tasarladıklarımla. Güncellikle de pek bir bağlantısı söz konusu değil. Öyle kendi başına duruyor.

 

Geçen hafta üniversitede (İHÜ), öğle yemeğinde bir arkadaşla sohbet ediyorduk. Felsefeci. Büyük ontolojik sorunlara meraklı. Sohbetin bir yerinde sordu (kelimesi kelimesine hatırlamıyorsam da): Hocam, sizce Marksizmin bir ahlâkı var mı? Ya da belki: Marksist ahlâk (etik) diye bir şey var mı? Ya da belki: Marksist ahlâk kuramı diye bir şey var mı? Zaman dardı; biraz kestirmeden cevap verdim: Marksizm bir teori olarak pek ahlâklı sayılamaz. Öte yandan, tek tek Marksistlerin (kimilerinin, belki bir çoğunun) ahlâkları var kuşkusuz. Yani ahlâklı Marksist diye bir olgu elbette var. Ama teoriye rağmen — Marksizme rağmen.

 

Biliyorum, çok kısa oldu. Ama şimdi bunu açmak ihtiyacındayım.

 

Bir zamanlar (daha yeni kaybettiğimiz) İskender Savaşır’ın, Huricihan İslâmoğlu, Çağlar Keyder ve benimle yaptığı üçlü bir röportaj geliyor aklıma. Sanırım Defter’de yayınlanmıştı. İki boyutundan söz etmiştik Marksizmin: “Apolloncu” ve “Dionysosçu.” Alman düşüncesinde bu terimler en az Nietzsche’ye, belki daha gerilere gidiyor. Yunan mitolojisinde güneş tanrısı Apollon aynı zamanda rasyonel düşünce ve düzeni temsil eder. Ölçü ve mantık simgesidir. Şarap ve dans tanrısı Dionysos ise sarhoşluk, kaos ve irrasyonalite çağrışımları yapar. Frenlenmemiş duygu ve içgüdülerle ilişkilendirilir. Biri saf ve temizdir, diğeri kirli. Biri medeniyetin bastırdığı bilinçaltı, diğeri medeniyetin ta kendisi.

 

Evet, galiba Marksizmin de böyle iki yanı var gerçekten. İlki isyanla ilgili, Aydınlanma ve sonra Fransız Devriminden gelen. Yeryüzünde, somut ve elle tutulur olaylar arasında geziniyor. Tek tek her kurum ve pratiği (din, devlet, ordu, kapitalizm vb) eleştiriyor. Mevcut düzenin haksızlık ve eşitsizliklerine tepki ve öfke ifade ediyor. Diğeri ise yüksek teori. Kökeni Hegel felsefesi ve 19. yüzyıl tarihsiciliği (historicism, historismus). Dünyaya çok yukarılardan, âdetâ stratosferden, havanın herkesin nefes alıp veremeyeceği kadar seyreldiği gök katmanlarından bakıyor. İnsanlarla (agents = failler) değil, “nesnel” saydığı yapılarla, strüktür dediğimiz soyut genellemelerle ilgileniyor. Son derece progresist ve determinist bir şekilde, (a) tarihin sürekli ilerlediğini ve (b) belirli bir yöne (sosyalizme) doğru aktığını iddia ediyor. Belki insanın karmaşıklığı ve insanlığın keşmekeşini, gerçekte olmayan  ve mümkün de olmayan bir intizama sokmayı deniyor.

 

Marksizmin farklı kökenlerden gelen bu iki boyutu aslında homojen ve uyumlu değil. Tersine, aralarında derin bir içsel çelişki söz konusu. Örneğin Dionysosçu boyut için devrim, kitlelerin zulüm ve sömürüye karşı ayaklanması. Bir kahramanlık destanı. (Zıddı, yani karşı-devrim, bu ayaklanmayı kan ve şiddetle bastırma girişimi.) Apolloncu boyut içinse devrim, tarihin ilerlemesine hizmet eden eylem. Akılcı bir zaruret. (Zıddı, yani karşı-devrim, bu sefer tarihi geri götürme, ilerlemeyi durdurma ve geri çevirme çabası.)

 

Burada ciddî bir fark var ve spesifik olayların değerlendirilmesine kuvvetle yansıyor. Geç Ortaçağda merkezî krallıkların, giderek mutlakiyetin yükselişi: Apolloncu yaklaşım tarihin yönü itibariyle (feodal monarşilere kıyasla) ilerleme kabul eder. Dionysosçu yaklaşım ise devletin güçlenip halkı daha fazla ezmesini öne çıkarır. Köylü isyanları: Dionysosçu bakış her çeşit (ister özel, ister kollektif) toprak beyliğine (private or public lordship) karşı başkaldırının haklılığını vurgular. Apolloncu teorisizm ise, tarihsel ilerleme özel mülkiyetten geçtiği, oysa köylüler artık geri gelmesi mümkün olmayan bir ilkel eşitlik ve sınıfsızlık (primitive communism) arayışı içinde oldukları, tamamen küçük mülkiyetçi bir köylü cumhuriyeti asla gerçekleşemeyeceği için gerici kabul eder. 

 

Az buz çelişki değil bunlar. Günümüzden seksen küsur yıl önce Nâzım Hikmet de pekâlâ farkındadır sorunun. Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nda, Börklüce’nin Karaburun yenilgisi ve sonrasını şöyle anlatır:

 

            Yenenler, yenilenlerin

                        dikişsiz, ak gömleğinde sildiler

                                    kılıçlarının kanını.

            Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi

            hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak

            Edirne sarayında damızlanmış atların

                                               eşildi nallarıyla.

 

            Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların

                                    zarurî neticesi bu!

                                                           deme, bilirim!

            O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.

            Ama bu yürek

                        o, bu dilden anlamaz pek.

            O, “hey gidi kanbur felek,

            hey gidi kahbe devran hey,”

                                               der.

            Ve teker teker,

            bir an içinde,

            omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,

                                               yüzleri kan içinde

            geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak

            geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlupları.

 

Nâzım’ın 1936’daki dilinde Apollon’un “kafa” ve Dionysos’un “yürek” diye anlatıldığı âşikâr olsa gerek. Yetmez, ardından uzun bir dipnot da döşenir; Apolloncu teorisizmin olası eleştirilerine karşı gardını almaya çalışır:

 

Şimdi ben bu satırları yazarken, “Vay, kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor. Vay, vay, Marksiste bakın…” gibi lâflar edecek olan bazı “sol” geçinen delikanlıları düşünüyorum. Tıpkı, yazımın ta başında tarihi kelâm müderrisini düşünüp kahkahasını duyduğum gibi.

 

Ve şimdi böyle bir istidrad yapıyorsam bu o çeşit delikanlılar için değil, Marksizmi yeni okumaya başlamış, sol züppeliğinden uzak olanlar içindir.

 

Bu dipnotun devamında Nâzım, Marx’ın Paris Komünü’nü (yenilgisinin kaçınılmazlığını bile bile) nasıl yücelttiğini örnek gösterip, her iki yan veya boyutun aslında birbirini tamamladığını ispatlayarak Marksizmin bütünsel doğruluğunu korumaya çalışır. Başarır mı; bence başaramaz (“mübayenet telif edilemedi” denirdi bir zamanların hukuk dilinde). Yakarışının duygusallığında bile Nâzım, aslında sadece kendi Dionysosçuluğunu, yürek adamı olduğunu gösterir.

 

Peki, ahlâk bunun neresinde? Hayat içinde yaşadığımız ahlâk da bir yürek meselesidir son tahlilde; Dionysosçu bir değerdir. Buna karşılık Apolloncu kafanın kurduğu ahlâk teorisi, tarihsel çerçevesini açıklayayım derken ahlâkı fazla görelileştirir ve önemsizleştirir. Bu da zamanın, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarının diğer bilimcilikleriyle, örneğin Sosyal Darwinist ahlâküstücülükle (amorality) beklenmedik, hayret verici bir buluşmayı beraberinde getirir.

- Advertisment -