Ana SayfaYazarlarKederlerimin krallığında

Kederlerimin krallığında

 

[25 Temmuz 2017] Kendi kendime bu soruyu sorarken, bir de Cumhuriyet dâvâsı başladı, dünyanın dikkatle izlediği. İlk gün Kadri Gürsel’in savunmasını okudum; başkalarının kendisine yazıp iletişim kurmak istemesinden ötürü kendisinin (üstelik de bir gazeteci olarak) asla sorumlu tutulamıyacağı yolundaki açıklamalarına hak verdim.

 

Daha önemlisi, Gürsel’in “Türkiye’nin otoriterleştiğine yönelik algı yaratmak”la da suçlandığını hayretle öğrendim. Bu siyasî bir tartışma konusu olur da, nasıl kriminal bir faaliyet gibi gösterilebilir; bunu kavramaktan âcizim. Ama işte, CHP’nin Adalet Yürüyüşü’ne ilişkin “provokasyon” iddialarının da, insan hakları aktivistlerinin daha yargılama başlamadan infaz edilmek istenmelerinde kullanılan gerekçelerin de, şimdi (12’si dokuz aydır tutuklu) toplam 19 Cumhuriyet çalışanına yönelik ithamların da ardında, hep aynı asgarî müşterekin: AKP’ye muhalefetin başlı başına suç olduğu fikrinin (zira böyle her demarşın, daha baştan önü alınmazsa, büyüyüp devirmeci bir kalkışmaya dönüşeceği korkusunun) kendini hissettirdiği kanısındayım. Maalesef Türkiye böyle bir noktaya itildi. Oryantalizm, İslamofobi, Türkofobi, 2002-2004 arasının (birçoğu gerçek olan) darbe hazırlık veya umutları, 2007’nin “367” sahtekârlığı ve cumhurbaşkanlığı krizi, ardından AKP’yi kapatma dâvâsı, ardından Gülencilerin sahneye çıkışı, 2012 MİT Müsteşarı komplosu, MİT tırları komplosu, 2013 yazının Gezi radikalizasyonu, 17-25 Aralık 2013 “yolsuzluk” operasyonları, 2015’te PKK’nın ilân ettiği “yeni devrimci halk savaşı” ve beraberinde getirdiği hendek-barikat muharebeleri, nihayet 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, darbeye Batı’da gösterilen tepkilerin tuhaflığı ve çifte standartlılığı, bugün de  dış dünyada FETÖ’nün ve özellikle 15 Temmuz darbe kaçkınlarının çeşitli biçim ve düzeylerde himaye görüyor olması, Suriye ve Rojava politikalarının başarısızlığı, ABD-Küürt ittifakının pekişmesi, öte yandan TSK’nın subay kadrolarının bugün bile ya Kemalist, ya Gülenci, ya kripto-Gülencilerden oluşması…

 

Bunların hepsi birer vakıa; hepsi peşpeşe geldi, üstüste bindi ve herhangi bir iktidarın sabırla göğüslemesi, tahammül etmesinin çok zor olduğu kümülatif bir tazyik yarattı. Siyasetin ve iktidar olmanın, ideolojiden görece özerk dinamikleri vardır; bunu da unutmayalım. 1925’te sadece Terakkiperver Fırka’nın başarıları ve onunla zamandaş Şeyh Sait İsyanı, CHP’nin derhal ikisini birleştirip Takrir-i Sükûn ilân etmesi ve yirmi yıl sürecek bir Tek Parti yönetimi kurmasına yetmişti. O dönemde Kemalistler 1923-25 arasında alt tarafı üç yıllık bir meydan okumalar dönemine maruz kalmışlardı; oysa 2002-2016 arasında AK Parti bunun belki on katının hedefi oldu (ve oluyor). Allah için iyi dayandılar bu kadar düşmanlığa. Ama anlaşılan sonunda ciddî bir savunma psikozuna sürüklendiler, sürükleniyorlar. Ne bileyim; AKP kurmayları ve/ya Cumhurbaşkanlığı başdanışmanları katında, son otuz yılın “Kadife” (Çekoslovakya 1989), “Gül” (Gürcistan 2003), “Turuncu” (Ukrayna 2004), “Lâle” (Kırgızistan 2005), “Sedir” (Lübnan 2005) ve “Yasemin” (Tunus 2011) “devrim”leri konuşulup tartışılıyordur belki de. Bakmış ve şöyle düşünmüş olabilirler (mealen): Hımm. Bunların hepsi masumane demokrasi ve özgürlük talepleriyle başladı. İnsan hakları öne çıktı/çıkarıldı. Göstericiler bazı meydanlarda birikti ve bu yığılma genişleyen kamusal alan işgallerinde dönüştü. Batı basını buralara üşüştü ve protestocuları kanatları altına aldı, hattâ kışkırtmaya başladı. Ardından bazı Batılı devletlerin giderek daha açık, daha belirtik destek ve müdahaleleri geldi. Bir dizi ülke, en son ırak ve Suriye, bu şekilde istikrarsızlaştırıldı ve kaosa sürüklendi. İşler o noktaya varırsa, durdurmak çok zor olabilir. Onun için potansiyel isyan filizini, daha yeni tomurcuklanırken koparıp atmak gerekir.        

 

Sizi bilmem; ben Yenikapı Ruhu’nun sona erdiği noktadan, daha doğrusu  Devlet Bahçeli’nin başkanlık sistemiyle sınırlı kalacak ve başka hiçbir demokratikleşme boyutunu içermeyecek bir anayasa değişikliği teklifini AK Parti’nin kabul edip buna uygun bir “dar çizgi” izlemeye koyulduğu noktadan itibaren, böyle bir “güvenlik refleksi”nin güçlendiğini adım adım izleyebiliyorum doğrusu. Sorun şu: Acaba böyle bir refleks ve buna uygun güvenlikçi politikalar tehlikeyi azaltıyor mu, arttırıyor mu? Tersten söyleyecek olursak, sorunlara çok daha yumuşak ve demokratik yaklaşmayı içeren bir tür “geniş çizgi” ve kucaklayıcı ittifaklar politikası, AKP’nin ve Türkiye’nin derdine çok daha iyi deva olmaz mı/ydı?

                                                                                           

Bunları da kaydediyor ve William Shakespeare’in II. Richard’ı gibi, “kederlerimin krallığı”nda kaldığım yerden devam ediyorum. Neden derseniz… Shakespeare’in 1595’te yazdığı History of Richard II piyesinin Dördüncü Perde’sinin Birinci Sahne’sinde, ölümsüz bazı dizeler dökülür bu talihsiz kralın ağzından. İngiltere feodalitesinin iç savaşlarında; IV. Henry nâmıyla kendi yerine geçecek olan Henry Bolingbroke’a karşı mücadelesinde yenilmiş ve esir düşmüştür. Westminster’a getirilir ve bütün lordların huzurunda, hükümdarlığından IV. Henry lehine feragat etmeye zorlanır. Benzersiz bir duygu patlaması yaşar; “Tâcımı alabilirsiniz ama kederlerimi benden alamazsınız” der, etrafını saran mağrur ve muktedir galiplere: “Beni görkemim ve devletimden edebilir, ama kederlerimden edemezsiniz; onların kralı hâlâ benim.” (My crown I am [willing to resign]; but still my griefs are mine: / You may my glories and my state depose, / But not my griefs; still am I king of those.) Acısı içinizi kanatır. Yaklaşık 350 yıl sonra, İkinci Dünya Savaşında Fransa yenilip Nazi işgaline girdiğinde, Louis Aragon ünlü “II. Rişar ’40” (Richard II Quarante) şiirini yazar, sırf bu mısradan — “ben hâlâ kederlerimin kralıyım” ya da “ben artık sadece kederlerimin kralıyım” ya da “kederlerimin kralı hâlâ benim” mısraından –hareketle. Aragon’un tepeden tırnağa hüzünle yoğrulmuş şiirinin beşer satırlık altı kıtası hep Je reste roi de mes douleurs (Kederlerimin kralıyım ben de) dizesiyle son bulur.

 

Çağrışımdan çağrışıma, bu noktada Orhan Veli’yi de anmamak imkânsız: “Bir fakir Orhan Veli; / Veli'nin oğlu; / Tarifsiz kederler içindeyim.” Ya da Cemal Süreya: “Bir günler şölenlerle egemen ülkende / Şimdi iri gagalı yalnızlıklar dönüyor.” Ben de aynen öyle, Shakespeare’in ve sonra Aragon’un II. Richard’ı gibi, Orhan Veli gibi, Cemal Süreya gibi, şimdiki zamanda yaşadıklarımızı tek tük kaydediyor ve tarihe düşmek istediğim 15 Temmuz notlarını yazmaya (artık yarından itibaren) devam ediyorum.

 

- Advertisment -