Ana SayfaYazarlarBu da “Türk usulü” düşünsel apartheid

Bu da “Türk usulü” düşünsel apartheid

 

[21-22 Şubat 2017] Johannesburg’daki Apartheid Müzesi’nin bir boyutuna son yazımda değinmedim. Girişte bilet alıyorsunuz. Sizin gerçek fiziksel özelliklerinizden bağımsız olarak, istatistik ve olasılık anlamında tamamen “rastgele” (random) bir şekilde her ziyaretçiye ya bir “beyaz” (BLANKES / WHITES) ya da bir “beyaz olmayan” (NIE-BLANKES / NON-WHITES) bileti veriyorlar (yukarıda, bana çıkan “beyazlar” biletini görüyorsunuz). Ek not: Afrikaans dilindeki BLANKES, yerine göre EUROPEANS (Avrupalılar), NIE-BLANKES ise NATIVES (Yerliler) diye de çevrilebiliyor. Fakat işte buna göre, müzeye ya “beyazlar” ya da “beyaz olmayanlar” kapısından giriyorsunuz ve bir süre, otobüsler ve otobüs durakları veya metro ve metro istasyonları boyunca hep kendi “ırkî” kulvarınızdan ilerlemeniz gerekiyor. Postaneler ayrı, parklar ayrı, kompartımanlar ayrı, okullar ayrı, plajlar ayrı, her türlü sosyal tesis ayrı. Benim örneğimde, “beyazlar” patikasından gidiyorsunuz ama hemen yanınızda, telörgülerin öte tarafında “beyaz olmayanlar” rotasını izleyenleri de görebiliyor; derinizin rengine göre ayrıştırılmış kafeslerde tutulmanın ne demek olduğunu, eh, belki bir parça hissedebiliyorsunuz.  

 

Atmosferin Kontrgerilla’yı hatırlatan korkutuculuğuna karşın, çok yabancılık çektiğimi söyleyemem bu basit deney sırasında. Hayır, gençliğimde, daha 1960’ların ilk yarısında ABD’de tanık olduğum (biraz daha yumuşak) “ırk ayırımı” örnekleri değil, bu kısmî âşinâlığın nedeni. Mamak Askerî Cezaevi de değil, iki yılımı geçirdiğim.

 

Nâzım’ın Piraye için yazdığı (yazmaya başladığı, ama biraz zoraki olduğu için arkasını getiremediği) Saat 21-22 Şiirleri içinde, 26 Eylül 1945 tarihlisinin dizeleri geliyor aklıma: Ufak iş bizimkisi. / Asıl en kötüsü: / bilerek, bilmeyerek / hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması… 

 

Bir süredir, Türkiye’de düşüncelerimizin rengine göre bir takım kafeslere tıkılmaya başladığımızı düşünüyorum.

 

İster AKP taraftarları ister karşıtları arasında, bunun başını herhangi bir ara zemin kalmamasını isteyen aşırılar, dogmatikler, fanatikler çekiyor. Demokrasinin, daha doğrusu demokratik bir siyasî kültürün, belki bir yığın koşulu var ama bana göre en basit ikisi: (a) insanların bağırıp çağırmadan, deyim yerindeyse “küçük harflerle” konuşup anlaşabilmesi ve (b) bunun yapılabildiği, mümkün olduğu geniş bir orta alanın varlığıdır. Zaten bu ikisi de çok büyük ölçüde birbirine bağlıdır. Herhangi bir durumda, kendilerini şu tez veya bu anti-teze yüzde yüz angaje görmeyenler, serinkanlı düşünebilmenin, alternatifleri ölçüp biçip tartabilmenin yollarını arar. Ona da kusur bulurlar, buna da (neden bulmasınlar ki?). Bu da onları, illâ bir kampa (daha doğrusu askerî ordugâha) iltihak etmektense, belki yüzde 40-60’ların, belki yüzde 60-40’ların ve aralarındaki bütün diğer ikinci kademelerin toplandığı bir “orta alan” veya “ara zemin”e götürür. Genellikle bir ülkede her türlü çelişki ne kadar yumuşak, hoşgörü ne kadar yaygın, asgari müştereklerdeki konsensüs  ne kadar sağlam, politika ne kadar kutuplaşmamış ise, bu orta alan da o kadar geniş olur. Demokrasi asıl gücünü şu veya bu görüşün/partinin ezici çoğunluğundan değil, asıl bu orta alanın çapı ve büyüklüğünden; dolayısıyla diğer tercihleri ne olursa olsun kendisini (demokrasiyi) vazgeçilmez değer olarak kabul edenlerin çoğunluğundan alır. Farklı düşünceler antagonistleşmeksizin kendilerine o kadar rahat ve ferah bir özgürlük alanı bulur.

 

Özetle, alçak sesle, haykırmadan, küfür ve hakaret etmeden konuşup elden geldiğince mantıklı, kanıtlı, sebep-sonuç ilişkilerine dayalı bir tartışma yürütmek, ara zemin yaratır ve ara zemin sayesinde mümkün olabilir.

 

Madalyonun diğer yüzünde, kimden gelirse gelsin her türlü hamaset ve militanlık, tam da bu yüzden akla ve rasyonaliteye düşman kesiliyor. Yeats haklıymış galiba, “Kızım İçin Bir Dua”sında (A Prayer for my Daughter) “entellektüel nefret [nefretlerin] en kötüsüdür” (An intellectual hatred is the worst) dediğinde. Gençliğimde bu şiiri de hem içten içe çok sever, neredeyse ezbere bilir (aksi takdirde şimdi nereden hatırlayacağım?), hem andığım mısrayı özellikle reddederdim. Çünkü benim de birkaç onyıl boyu büyük entellektüel nefretim, nefretlerim vardı. Şimdi görüyorum ki herkes avazı çıktığı kadar bağırırsa, insan kendi kafasından geçenleri bile duyamaz olur. Zaten budur istenen; isteriler, heyecan ve hezeyanlarla sürüklenip düşünemez hale gelmektir. Az veya çok farklı düşünen her arkadaşınla, her grupla, her çevreyle ilişki kesmek ve kestirmek, küsmek ve küstürmek, konuşamaz hale gelmek ve getirmektir. Öyle ki, günlük hayatta anti-demokratlığın, demokrasi düşmanlığının en sıradan ölçütü her yolla ara zeminleri berhava etmeye çalışmaktır; buna karşılık demokratlığın olabilecek en sıradan ölçütü de söz konusu kutuplaştırıcılığa karşı direnmektir, denebilir.  

 

1990’larda ve 2002-2015/16 arasında, bu tür gergedanlaşma ve gergedanlaştırma denemeleri daha çok laik orta sınıflardan, ulusalcılardan, Atatürkçülerden, solculardan ve Kemalist-solculardan geldi (bkz Yeni gergedanlar, 22 Ocak 2017). Son birkaç yılda ise değişti; olağanüstü bir tahammülsüzlüğün başını “en öz hakikî reisçiler” çekiyor. Ömrümün kırk kırk beş yılı boyunca kâh içimden, kâh yüksek sesle söylediğim Enternasyonal marşının nakaratını hatırlıyorum: “Bu kavga, en sonuncu kavgamızdır artık / [ve yarın] Enternasyonalle kurtulur insanlık” (C’est la lutte finale, et demain / L’Internationale sera le genre humain). Ah ne yazık ki o “sonuncu kavga” bir türlü bitmedi ve ardındaki “yarın”a, yeşil vâdiye, Vâdedilmiş Topraklara hiç ulaşamadık. Ulaşamayız, çünkü Kutsal Kitapların ve sonra (Marksizm benzeri) seküler dinlerin sözünü ettiği ebedî mutluluk hiç olmayacak. Fakat şimdi AKP’nin eteklerine tutunmuş bazı mürit ve müfritlere bakıyorum; birazcık tarih biliyor olması gerekenleri dahi bu dersi hiç öğrenmemiş ve anlamamış gibi. Onların yeşil vâdisi, (şimdi) 16 Nisan referandumunun ardında. Vâdedilmiş Topraklar = şu güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığı sistemi. Dolayısıyla yaşadığımız şey, “en sonuncu kavgamız” benzeri bir “ölüm kalım savaşı.” Kaçıncı bu, bilemiyorum, ama bir kere daha öyle işte. Sonra gelsin malûm teori: “Kavga ederken yumuşaklık olmaz, tolerans olmaz, nüans olmaz, eleştirel bakış olmaz. Ve her silâh kullanılır.”

 

Ya, evet, ben bu zihniyet yapısını tanıyorum bir yerden. Sosyalizm ve komünizmin düşünsel geçmişine bakarsak, “proletarya diktatörlüğü”nün de tarihsel zarureti Marx için iktidarın ele geçirmesiyle sınırlıydı. Lenin ve Stalin ile, “üretim araçlarının mülkiyetinin sosyalist dönüşümü” tamamlanıncaya, yani ekonomik sınıflar yokoluncaya kadar uzatıldı. Sonra Mao bunu aldı, “insan ruhundaki her türlü bireycilik yokoluncaya kadar”a götürdü. Özetle: ölme eşeğim ölme; karşı-devrim ve restorasyon tehlikesi, dolayısıyla “düşman”lara karşı “kavga” ebediyete kadar varolacak. Bugün ise aynı bitmek bilmez kavgacılığın pişdarı, aslında hiçbiri gerçek anlamıyla Müslüman ve/ya İslâmcı olmayan, ama âdabsız bir arrivist’likle (tırmanıcılıkla) gidip İslâmcı harekete yapışmış bulunan, benim “yeni gergedanlar” dediklerim. Ya ak olsun istiyorlar, ya da kara. Söyle bakalım, neredesin veya neredensin? Orada mı burada mı? “Ulus-devletten yana mısın, küreselleşmeden yana mı?” (Sanki bu ikisi birbirini dıştalarmış gibi; ama gel de bunu, metafizik düşünen Engizisyon kafasına anlat.) Hiçbir ara zemin kalmasın. Kimse orta alandan konuşamasın. Melez örgüt veya grup veya platformlar da olmasın. Bütün “ara yüz”ler yıkılsın “Bize” göre bütün “ak”lar şurada toplansın, bütün “kara”lar da öte tarafta kalsın. Olabilecek bütün “ak”ları tek tek çekip alalım, “kara”ların da olduğu gri yerlerden. Öyle ki, aralarındaki tek tük “ak”ların varlığı “onlara, ötekilere” hiçbir meşruiyet sağlayamasın.

 

Acı. Sakil ve acı. Çok küçük, çok dar, burnunun ucunu göremeyen, bugünden yarını düşünemeyen bir anlayış. Ama bir de “solu” var bunun. O cepheden yaşadığım son komikliği yarın (veya öbür gün) anlatacağım. 

 

 

- Advertisment -