Ana SayfaYazarlar“Bir milyon” İlkçağ ve Ortaçağda ne anlama gelir?

“Bir milyon” İlkçağ ve Ortaçağda ne anlama gelir?

 

[15-16 Aralık 2018] Yukarıdaki görsel çok ünlü. “İskender Mozayiği” olarak biliniyor. 24 Ekim 1831’de Pompeii kazılarında bulunan bir eski Roma villasının salonundaki taban mozayiği. 2.72 x 5.13 metre boyutlarında. İÖ 100 dolaylarına ait orijinali, Eylül 1843’te nakledildiği Napoli Ulusal Arkeoloji Müzesi’nin bir duvarını kaplıyor (villadaki zeminde ise 2000’lerin başlarında titizlikle, en ileri bilimsel yöntemlerle üretilen bir reprodüksiyonu durmakta). Yaklaşık bir buçuk milyon tessera’dan (farklı renklerde küçük mermer parçacıklarından) oluşuyor.

 

Müthiş bir kompozisyon. Öyle çiçekler, böcekler, meyva sepetleri ya da balıklar ve mitolojik yaratıklar değil. Son derece hareketli, alabildiğine dramatik. O kadar ki, uzaktan bakıldığında mozayik değil boyama bir tablo olduğu hissini uyandırıyor. Nitekim uzmanlar Helenistik Çağda yapılmış bir resmin kopyası olduğu kanısında. Orijinali kaybolup gitmiş. Ya, Eretrialı Filoksenos’un İÖ 4. yüzyıl sonlarında yaptığı bir freskti deniyor. Ya da Thebaili Aristides’e izafe ediliyor. İlk iddianın kaynağı Roma tarihçisi Büyük Plinius (veya Yaşlı Plinius, İS 23-79). Filoksenos’a siparişi verenin Makedonya kralı Kassander olduğunu söylüyor. Bu da bizi, Kassander’in tahta çıkış tarihi olarak gösterilen İÖ 317 veya 315’ten az sonraya getiriyor.

 

Öyle veya böyle, resimde gösterilen olay henüz hafızalarda çok canlıydı demek. Besbelli ki Büyük İskender ile Pers imparatoru III. Dareios arasındaki muharebelerden biri söz konusu. İÖ 5 Kasım 333’teki İssos muharebesi de olabilir, iki yıl sonra, 1 Ekim 331’in nihaî Gaugamela (veya Arbela) muharebesi de. Her ikisinin tâyin edici ânında  İskender’in, Kralın Seçilmiş Yoldaşları  (hetairoi veya basilikoi hetairoi) olarak da bilinen elit Muhafız Süvarileri’yle birlikte Pers ordusunun merkezine çullandığını, Dareios veya Dârâ’nın ise paniğe kapılıp dönerek kaçtığını biliyoruz. Nitekim resimde, meşhur atı Bukefalos’un sırtındaki İskender soldan hışımla geliyor. Azıcık sağ-ortada, savaş arabasındaki Dareios’un yüzünü ise korku ve endişe bürümüş. Elini ne ifade ettiği belirsiz bir jestle İskender’e uzatıyor. Sürücüsü deli gibi kamçılıyor siyah atlarını. Gözlerinden birer çizgi çekerseniz, iki hükümdarın bakışları  tam ortada buluşuyor ve çatışıyor. Sanki biri tarih sahnesinden çekilirken diğeri o tarih sahnesinin merkezine oturuyor. Dolayısıyla (bugünkü İskenderun’un biraz güneyinde cereyan eden) İssos’a da uyuyor, (bugünkü Irak Kürdistanı’nda, Dohuk civarındaki Tel Gomel köyü yakınlarında cereyan eden) Gaugamela’ya da. Ancak Helenistik dönem uzmanı tarihçi ve sanat tarihçileri daha çok İssos’a yakıştırıyor.

 

Her neyse. Benim için bu, “Pers ordusunun merkezine çullanma” meselesi çok önemli. Çünkü asıl yarın, ikinci yazımda değineceğim gibi, mutlak sayısal üstünlüğün değil, sadece temas noktasındaki “mahallî üstünlüğün” (local superiority) taktik açıdan belirleyici olduğuna işaret ediyor.

 

                                                          *             *             *                   

 

Şimdi bütün bunları niçin yazdım; Thierack ve Freisler’leri neden biraz daha erteleyip İskender’e döndüm? Nazi hukukçularıyla uğraşmanın sınır bozuculuğuna kıyasla İlkçağ, kuşkusuz çok daha sâkin bir melce. O da var. Fakat asıl neden (veya bahane?), Abdullah Kıran’ın gene bu sitedeki Büyük İskender ve Helenizm (15 Aralık 2018) yazısından kaynaklanıyor.

 

Şöyle diyor Kıran, makalesinin bir yerinde: “Gaugamela (veya Arbela) muharebesinden önceki akşam,  Dareios ordusunu savaş düzenine sokar ve meşaleler ışığında teftiş eder. Dareios’un bir milyon civarındaki ordusu (bir milyon rakamı abartılı olabilir, ancak her şeye rağmen İskender’in ordusunun birkaç katıdır) meşalelerini yakınca, bütün ova aydınlanır ve denizin dalgalarını andıran bir uğultu etrafı sarar.”

 

Bu noktada, daha somut, elle tutulur ve anlaşılır (on hands) bir tarihçilik adına, biraz durup düşünmemiz lâzım. Hemen altını çizeyim ki benim derdim Abdullah Kıran’la değil; yıllardır bunları bu şekilde öğreten öğretmenler ve ister istemez bu şekilde öğrenen öğrencilerle. Bir milyonluk bir ordu… ne demek? Mümkün mü? Ya da neye yarar? Prof. Kıran’ın verdiği (ve kendisinin de şüpheli bulduğu) bu rakam, hiç mesnetsiz değil kuşkusuz. İlkçağ tarihçilerine dayanıyor. Bize kalan eserleri itibariyle, galiba ilk Sicilyalı Diodorus [Yunanca Diodorus Sikeliotes, Latince Diodorus Siculus,  İÖ y.90 – y.30], Dareios’un 200,000 atlı ve 800,000 yayası olduğunu söylüyor. Plutarkhos [Roma vatandaşı olunca aldığı Latince adıyla Lucius Mestrius Plutarchus, İS 45-127] kestirmeden bir milyon deyip geçiyor. Nikomedyalı [İzmitli] Arrian [Lucius Flavius Arrianus, y.86 – y.160], 40,000 atlıyla birlikte bir milyon yayayı tekrarlıyor. Buna karşılık, hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen, ne kendinden öncekileri tekrarlayan ne de kendinden sonrakilerce alıntılanan, dolayısıyla Yunan ve Roma tarihçilik geleneğinde âdetâ tek başına ve boşlukta duran, ancak küçük küçük ipuçlarından hareketle İS 41’den sonra yazmış olabileceği tahmin edilen Quintus Curtius Rufus, Historiae Alexandri Magni [Büyük İskender Tarihleri] başlıklı, çoğu kayıp eserinde, kendini 45,000 atlı ve 200,000 yaya gibi, bugünkü ölçülerimiz ışığında çok daha gerçekçi bir rakamla sınırlıyor.

 

Akıllı adammış Curtius Rufus, bu 45,000 + 200,000’i nereden türettiğini kestiremiyorsak da. Çünkü bir, modern tarihçilik, ister savaşlar ve ordular, ister şehir nüfuslarıyla ilgili olsun, İlkçağ veya Ortaçağ kaynaklarında geçen bu gibi bütün rakamları prensipte geçersiz kabul ederek işe başlıyor. İstatistik diye bir şey mevcut değil. Arşiv belgeleri diye bir şey de yok (veya kalmamış) ki, meselâ bir Pers devlet görevlisinin, diyelim askere maaş ödeyecek bir hazine memurunun, Dareios’un ordusunu sayıp kaydını tuttuğunu, ya da meselâ Bizans’ta bir logothetes [muhasip? defterdar?], eparchos [şehir emini?] veya sakellarios’un [hazine kâtibi?], Konstantinopolis’in nüfusu hakkında benzer bir sayım yaptığı ve kayda geçtiğini bilelim.

 

Buna karşılık ne var? Gelip geçici gözlemcilerin “çok, ama çok”tan başka bir anlama gelmeyen rastgele atışlarının tekrarlana tekrarlana bir rivayet geleneğine dönüşmesi var. Herhangi bir çarpışmanın bütününü tek bir bireyin algılamasının imkânsızlığı için, isterseniz tarihi bırakın da edebiyata dönün, örneğin Tolstoy’un Harp ve Sulh’teki Austerlitz ve Borodino anlatımlarına. Nitekim sözünü ettiğimiz tarihçilerin hiçbiri, fiilen şu veya bu savaşın içinde değil. İlki, en eskisi (artık hangisiyse), diyelim Gaugamela ovasında gece yanan meşalelerden etkilenmiş Makedonyalı bir kumandandan  duyduğu, “düşman çoktu, benzersizdi, bizden çok ama çok fazlaydı, meşaleleri geceyi gündüze çeviriyordu” mübalağasından başka bir mânâ ifade etmeyen “bir milyon”u bir kenara not ediyor. Sonraki herkes — sanki kendisi özel olarak araştırmış gibi — biraz kırparak veya biraz arttırarak özünde hep aynı rakamı aktarıyor. Şehirler için de aynı şey söz konusu. Seyyahın biri Avrupa’dan kalkıp Bizans’a geliyor; gözü 10-15,000, haydi 20,000’lik kentlere alışkın. Konstantinopolis, o zamana kadarki tecrübe ufkunun dışında kalan bir şey. Saydığından değil; hayranlığını “bir milyon” diye ifade ediyor. Sonra bu da güya Bizans Konstantinopolis’i veya Osmanlı İstanbul’unun “nüfusu” oluyor.

 

İki. Tutun ki bunları hiç bilmiyoruz; âşinâ değiliz, akademik historiyografinin inceliklerine. Gene de akıl ve mantıkla düşünebilir, bazı zihinsel deneyler inşa edebiliriz. Örneğin bir milyon asker… o  çağların olanaklarıyla nasıl beslenir, iaşe ve ibatesi nasıl sağlanır? Bunu hangi devlet hazinesi karşılayabilir? İlkçağda köylülerden ne kadar küçük artı-ürün oranlarının vergilendirilebildiğini hesaba katarsak, bir milyonluk bir ordu, toplam kaç milyonluk bir nüfusun üzerinde yükselebilir? Geçtim; aynı bir milyon asker (i) seferde nasıl yol alır — hareket halindeyken ne uzunlukta bir konvoy oluşturur ve hangi genişlikte yollardan, ne kadar zamanda geçer; (ii) gideceği yere vardığında, nasıl konuşlandırılır, arazide nasıl mevzilenir? Savaş meydanında, muharebe öncesi ve sırasında emir-komuta zinciri (battlefield command) nasıl gerçekleştirilebilir?

 

Gelin hesaplayalım. Kalkanlı ve mızraklı, icabında kılıç sallaması gereken tek bir piyadenin, 1 metre olsa kişisel “cephe”si. Bir milyonu tek sıra halinde yanyana dizsen, 1000 kilometre eder (başka bir deyişle, Ankara-İstanbul arasındaki 450 kilometrelik düz çizgi üzerine ikişerli sıralandığında 100,000 de artar). Arka arkaya on saf yapsan, 100 kilometre eder. Arka arkaya yüz saf yapsan, ilk on saftan geridekilerin hiçbir işe yaramayacağı, muhtemelen hiç çarpışamayacağı bir yana, 10 kilometre eder. Nasıl duyurursun sesini bir uçtan diğer uca? Merkezden 5 km uzaktaki sağ veya sol cenahlara nasıl hükmedersin? Hükmetmeyi bırak; görebilir misin oralarda ne olup bittiğini toz dumandan? Ancak arka arkaya bin saf yapsan, ordunun muharebe meydanındaki bütün cephesi 1 kilometreye iner ki, bu da herhalde efektif koordinasyonun üst sınırını ifade eder. Öte yandan, bu sefer safların da geriye 1 kilometre uzanır, yani ön sıradakilerin en az 950 metre arkasında kalır. Yani yakın dövüşte, göğüs göğüse çarpışma kuşağında yer alan fiilî gücün, ilk on safta 20,000 minimumu ile ilk elli safta 50,000 maksimumu arasında bir noktaya iner. Gerisi, varsa bile şişirmedir, işe yaramaz kuru kalabalıktan ibarettir.

 

(Devam edeceğim. Ama önce kısa bir not düşeyim. Tarih öğretimi mi dediniz? İstediğiniz kadar olay ve kronoloji ezberletin. Üzerine bol bol hamaset cümleleri serpiştirin. Tarihsel düşünmek dediğimiz bir şey var. Bunu veremediğiniz takdirde, beş para etmez. İdeolojik endoktrinasyon, eh, belki. Asla bilim demek değildir.)

- Advertisment -