Ana SayfaYazarlarAra fikir: proto-faşizm ve proto-komünizm

Ara fikir: proto-faşizm ve proto-komünizm

 

[19-20 Ocak 2019] Yaklaşık iki ay ve toplam on beş yazı boyunca Nazi ve Sovyet hukukçuları ve hukuk teorileriyle uğraşmanın, oh, iyi ki o zaman, o ülkelerde doğmamışım dedirtmesinin yanısıra, bir de yeni bazı şeyler düşündürme boyutu var (demiştim). Bu da, aşırı sağ ve aşırı soldan gelen kapitalizm ve demokrasi düşmanlıklarının karşılaştırılmasıyla ilgili bir mesele.

 

Daha doğrusu, bu düşmanlıkların zaman içindeki seyrinin ve nasıl kristalize olduğunun karşılaştırılmasıyla ilgili bir mesele. Fransız Devrimi üç büyük ideolojiye hayat verdi: Liberalizm, Nasyonalizm, Sosyalizm. Başlangıçta tek bir slogan vardı: Liberté, egalité, fraternité (özgürlük, eşitlik, kardeşlik). Olmadı, hepsi bir arada duramadı; farklı öncelikler belirdi, ya da bu üçlünün tek tek her bileşeni farklı ideolojilerin elinde kaldı. Liberalizmin anahtar sözcüğü özgürlük, Sosyalizmin anahtar sözcüğü eşitlik (ama artık hukukî ve siyasî değil, sosyo-ekonomik eşitlik), Nasyonalizmin (milliyetçiliğin) anahtar sözcüğü de (kardeşliğin uzantısında) birlik oldu. Bu temel fikirler etrafında karmaşık siyasal akım ve partiler türedi. Hiçbir ideoloji, en saf haliyle tek bir örgüte yansımadı. Politika sahnesine çıkan partiler, daima çeşitli ideolojilerin bileşimini temsil etti: üç doz şundan, bir doz bundan, iki doz da ondan gibi. Ama öyle veya böyle, Modern tarih, Yakınçağ tarihi büyük ölçüde bu üç ideoloji ve türevlerinin mücadelesi ve etkileşimiyle belirlendi.

 

Şimdi kafama takılan konu, bu ideolojilerin ve/ya onlardan beslenen siyasî hareketlerin, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla nasıl intikal ettiğiyle ilgili. Aralarında görece en yumuşak (ve dolayısıyla hayatiyeti en yüksek) olanı Liberalizmdi (ve gene de öyle). Bir rejim ve sistem olarak demokrasi ile özdeş değil. Ama demokrasinin gelişmesi ve kurumlaşmasında önemli rol oynadı. Birinci Dünya Savaşı ve 1929 Büyük Bunalımı sonrasında Liberalizm de artık saf laissez-faire’ci değil. Öyle kalamadı. Rekabet içinde olduğu Sosyalizmden bir şeyler almaya zorlandı. Klasik siyasal haklara sosyo-ekonomik hakları da ekledi. Refah devleti bir bakıma, 1914-18’de emekçi halkı ateşe sürüp milyonlarcasını kırdırmanın kan bedeli oldu.

 

Gene de 1800’lü yıllardan 1900’lü yıllara geçerken belki en az çarpılan, buruşturulan, eğilip bükülen, şirazesinden çıkan ve çıkarılan, Liberalizmdi. Buna karşılık Sosyalizm ve Nasyonalizm çok daha aşırı noktalara gitti. İlki, Rusya’da 1905 ve 1917 devrimleriyle Komünizme dönüştü. İkincisi, entegral nasyonalizm veya hiper-nasyonalizm biçimine büründü. Faşizm ve Nazizmin özünü, belkemiğini, ana damarını oluşturdu.

 

İşte bu noktada, tarihçi ve sosyal bilimcilerin bir yanda 20. yüzyıl Faşizm ve Nazizmi ile diğer yanda 20. yüzyıl Komünizmini ele alış tarzı arasında bir fark çıkıyor ortaya. Öncelikle belirteyim ki günümüz tarihçileri açısından esas analiz kategorisi Faşizm. Zira İtalyan Faşizmi bize olayın bütün aslî, temel, vazgeçilmez unsurlarını veriyor. Nazizm ise Faşizmin özel bir varyantı. Deyim yerindeyse artı-faşizm veya süper-faşizm. Faşizmde olmayan, olması de gerekmeyen “bilimsel” ırkçılık, anti-Semitizm (Yahudi düşmanlığı), kamp sistemi (toplama ve ölüm kampları) ve biyolojik soykırımcılık gibi bazı ek boyutları içeriyor.

 

Bu çerçevede, gene günümüzün uzman tarihçilerine; geçmişte ve bugün aşırı sağ, Faşizm, Nazizm ve türevleri üzerinde çalışanlara göre, Faşizmin gerisinde proto-faşizm dedikleri bir halita, bir karışım yatıyor. Şunu kastediyorlar: 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarının Batı (Avrupa) kültürü, düz bir çizgi üzerinde demokrasiye ve daha fazla demokrasiye ilerlemiyor. Tersine, demokrasi ve anti-demokrasi unsurları içiçe ve yanyana, birlikte tırmanıyor (20. yüzyılın ikinci çeyreğinin büyük hesaplaşmasına doğru gidiyor). Özellikle fikir hayatında, giderek sertleşen milliyetçilik(ler), biyolojik ırkçılık, “ırk sağlığı” (eugenics) arayışları, Sosyal Darwincilik, Yahudi düşmanlığı, Liberalizm ve demokrasi düşmanlığı, bölünme ve parçalanma korkuları, zıddında devlete tapma, otorite ve Büyük Adam fetişizmi, şiddet düşkünlüğü, savaşçılıkla böbürlenme, askerî saldırganlık ve yayılma hevesleri, bir yanda aşırı bilimcilik ve diğer yanda kırcılık, köycülük, saf ve bozulmamış bir Ortaçağ armonisi özlemi… derece derece hep mevcuttu. Mevcuttu ama dağınık öğeler halindeydi; ortada, bunları bir araya getiren ve hepsini birden savunan herhangi bir ideolojik akım ve/ya politik örgüt yoktu. Zaten çıktığında Faşizm olarak çıktı; sözünü ettiğim ortamdan, yepyeni bir hareket olarak çıktı. Programı ve platformunu  yukarıda saydığım unsurlarla dokudu. Onun için, Faşizmden geriye bakarak proto-faşizm diyor ve Batı kültürünü ezelden beri demokrat gibi idealize etme eğilimlerini eleştirirken de kullanıyoruz.

 

Peki ya sosyalizm, Marksizm, komünizm ilişkilerine bakışımız? Orada asimetrik bir durum söz konusu. Açıkçası, çağdaş tarihçiliğin bir mecrası, Faşizm ve Nazizme kıyasla Komünizme hâlâ hayırhah bir şekilde bakıyor. Sosyalizm-Marksizm-Leninizm-Komünizm ilişkilerinin anlatımı 20. yüzyıldan ve Komünizmden başlamıyor; dolayısıyla oradan geriye bakıp bir proto-komünizm de formüle edilmiyor. Hep diğer uçtan başlıyoruz nedense; kökü ve kökenlerinden, yani en habis biçiminden değil de görece selim, daha geniş bir özgürlük ve eşitlik talep ve vaat eden halinden. Başka bir deyişle, yolunu iyi niyetlerin döşediği cehennemden değil de bizatihî o iyi niyetlerin kendilerinden. Böylece daha ilk adımda, işi farklı bir kulvara sokuyoruz. Sosyalizmden  Marksizme geçişi neredeyse unutmuşuz; Marksizm öncesi bir sosyalizmin varlığından, sırf (Marx ve Engels’in kendi sübjektivitesiyle aynı doğrultuda) “ütopik” diye küçümsemek için haberdarız (sanki kendi teorileri sonunda çok “bilimsel” çıkmış gibi). Her halükârda, Marksizm sosyalizm alanını o kadar komple ve mutlak tarzda ele geçirmiş ki, ikisi özdeş hale gelmiş. Dolayısıyla Marksizmden başlayıp, gayet rahat bir şekilde Marx’tan Lenin’e, sonra Stalin’e, sonra Mao’ya vb ilerliyor; sonuçta hepsine bütüncül bir şekilde bakmış oluyoruz.

 

Tabii burada, proto-faşizm ile benim “neden yok?” dediğim “proto-komünizm” muadili arasında reel bir fark da söz konusu. Proto-faşizm karışık bir bulamaç demiştim. Komünizmden geriye gideceksek, 19. yüzyıldaki fideliği o kadar dağınık ve bulanık değil. Tersine, karşımıza hayli tekil ve tikel bir program, platform ve kuruculuk çıkıyor. Mussolini ve Hitler’in, borçlu oldukları ve yaslandıkları, hattâ paylaşamadıkları böyle tek ve net bir entellektüel miras mevcut değil. Hiçbir 19. yüzyıl düşünürünü “o benimdir ancak!” dercesine sahiplenmiyor; toplu eserlerini yayınlamıyor; heykellerini dikmiyor; adlarını enstitülere, ödüllere, meydanlara ve kentlere vermiyorlar. Beri yanda ise Marx’tan “el almak” muazzam bir mesele. Başlıbaşına bir meşruiyet sorunu. Kim gerçek Marksist veya daha Marksist yarışları yaşanıyor. Faşizm ve Nazizmin görece çok kısa süreli varlığında, aidiyet ve ubudiyet doğrudan doğruya lidere; Il Duce veya Führer’e. Komünizmin ise (tıpkı kitaplı dinler gibi) kutsal metinleri var ve bu metinlerin bilinmesi, tekrarı, doğru yorumu etrafında kıyametler kopuyor. Lenin oturup “Karl Marx” diye, “Friedrich Engels” diye, “Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Bileşen Unsuru” diye ansiklopedi maddeleri yazıyor. Bütün rakip ve karşıtlarının, Marksizmi bilmiyor ve anlamıyorlar, ya da devrimci özüne (proletarya devrimi ve diktatörlüğü teorisine) sadık değiller diye canına okuyor. Aynı şekilde, Stalin de kendi rakip ve karşıtlarının, Leninizmi bilmiyor ve anlamıyorlar, ya da özüne sadık değiller, ya da hattâ proletarya diktatörlüğünü yıkmaya kalkıyorlar diye canına okuyor.  

 

Fakat acaba bu olağanüstü devamlılık vurgusu ve kurgusunun yarattığı bir illüzyonu mu yaşıyoruz? Lenin’e ve Leninistlere göre, “bilimsel sosyalizm”in gelişmesi yanlışlar, tökezlemeler, mecra değiştirmelerle — özetle, kesikler ve kesintilerle değil, düzenli ve devamlı “inşa”larla örülüyor. Büyük bir bina adım adım yükseliyor. Temellerin üzerine yeni katlar çıkılıyor. Marksizm sürekli yeni koşullara uygulanıyor ve uyarlanıyor. Örneğin (1) en gelişmiş kapitalist ülkelerden, giderek (Avrupa içinde, batıdan doğuya) daha az gelişmiş kapitalist ülkelere uyarlanıyor. (2) Serbest rekabet kapitalizminden tekelci kapitalizme geçiliyor ve emperyalizm çağına uyarlanıyor. (3) Batı ve Avrupa dışında kalan en geri toplumlara,  sömürge ve yarı-sömürge ülkelere uyarlanıyor. (4) 1945-50 sonrasında eski sömürge imparatorluklarının çöküşü ve dekolonizasyon hareketiyle birlikte, “yeni sömürge”lere uyarlanıyor. En tepedeki kitap kapaklarında gördüğünüz gibi, Marx’ın Kapital’ini Lenin’in Proletarya İhtilâli ve Dönek Kautsky’si, onu da Stalin’den Leninizmin Temelleri izliyor. Özetle, bir dizi başarılı adaptasyon söz konusu. Tarih olması gerektiği gibi, olabileceği biricik şekilde ilerlemekte. Herşey kılıfına uyduruluyor. Pürüzsüz, çatlaksız, çok iyi zımparalanmış ve cilâlanmış bir satıh, evinizin başköşesindeki yerini koruyabilecek mükemmellikte bir İtalyan mobilyası oluşuyor.

 

Tâ 1989-90’a kadar. Sonra… sonra çöküş. Ama o müthiş çöküşe rağmen, Marksizmin iç anlatımı historiyografiyi etkilemeye devam ediyor bugüne değin. Bu uçtan, yani 19. yüzyıl (diyelim 1848) ucundan  bakılınca, 20. yüzyıl çok uzakta ve çok küçük gözüküyor. Dolayısıyla orada yaşanan dehşeti (cehennemi) minimize etmek de kolaylaşıyor. Evet, (teoride değil ama) pratikte bir takım hatâlar olmuş. Biraz fazla can yakmışlar. Ne yapalım; bunlar devrimin kaçınılmaz bedeli. Kurunun yanında yaş da yanar. Omlet yapmak için yumurtaları kırmak gerekiyor.

 

Bugüne değin, bu kadar sığ mazeretlerin ardına saklanmayı sürdürüyor, Marksist sol zihniyet ve geleneğin hâlâ varlığını koruyan kesimleri. Akademik, belki yarı-akademik literatürde ise, ilginç bir çatlak belirdi, beliriyor. Bir, sosyalizm ve komünizm tarihiyle uğraşanlar var (böyle bir janr ve alt-literatür mevcut), bir de dünya ve 20. yüzyıl tarihi ve tarihçileri. İlk gruptakiler zaman içinde “dikey” (diyakronik) yazıyor; ikinci gruptakilerin ise haliyle daha “yatay” ve kesitsel (senkronik) yazması gerekiyor.  Başka bir deyişle, geçmişten bugüne gelmedikleri için, doğrudan Komünizmle başlıyor ve Komünizme cepheden bakabiliyorlar. Bu da Komünizmi hiç mazeretsiz, 19. yüzyıl başlarından sürdürülüp getirilen açıklama-apoloji damarları olmaksızın, çırılçıplak değerlendirmeye biraz daha geniş bir alan açıyor.

 

Özetle, iki ekstrem yorum mümkün. Birinde, Marx iyi ama her şey Lenin’le kötüleşiyor. Ya da belki Marx ve Lenin iyi; asıl Stalin sorumlu. Ya da belki Sosyalizm iyi, Komünizm kötü. Buna Marksist ama biraz anti-Leninist, en çok da anti-Stalinist bir yaklaşım diyebiliriz. Yakın zamana kadar, daha çok Avrupa sosyalist ve sosyal demokratları arasında görülüyor(du). Diğeri ise bunun zıddı. Marx, Engels, Lenin ve hattâ Stalin, uyumlu bir devamlılık içinde. Tersten söylersek, 19. yüzyıl Marksizminden 20. yüzyıl Komünizmi organik biçimde yükseliyor.

 

Herhalde gerçek ikisinin arasında bir yerde. Ne Marx tümüyle günahsız, ne de Lenin Marx’ın tek ve en sadık takipçisi. Evet, klasik Marksizmin kendi (vahim) hatâları söz konusu. Dolayısıyla Komünizme bazı olanaklar sunuyor. Öte yandan, tek tek Lenin ve Stalin kendi yorumlarını yapıyor, kendi sorumluluklarını üstleniyor. E. H. Carr’ın neredeyse altmış yıl önce gösterdiği gibi, bugün ile geçmiş arasındaki ilişki, bu örnekte de geçmişten bugüne değil, bugünden geçmişe kuruluyor. Mirasın başına neler geleceği üzerinde, hangi vasiyetnameyi bırakırsa bıraksın, mûris değil vâris belirleyici. Marx’tan neleri alacaklarına, Lenin ve Stalin karar veriyor.

 

Dolayısıyla yukarıda iyice şematize ettiğim her iki deformasyonu aşamaz mıyız artık? Bana kalırsa, Faşizm ile proto-faşizm ilişkisi gibi, Yakınçağın (şimdi çökmüş bulunan) aşırı sol denemesini  de belki Komünizm ve proto-komünizm biçiminde yazmak, yani Komünizmin aynasında 19. yüzyıl Marksizmini proto-komünizm çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor.

 

 

 

- Advertisment -