Ana SayfaYazarlarMutfak ve yemek pişirmek

Mutfak ve yemek pişirmek

 

Eskiden evlerde “gündüz hayatı” mutfakta geçerdi.

 

Uzun ya da kısa kahvaltı mutfakta yapılırdı, sonra anne ve benzerleri mutfak faaliyetlerine girişirdi. Biz de mutfaklara annelerin iş yeriymiş gibi bir muamele yapardık. Konuşulacak bir konu, istenecek bir izin varsa, tabii ki görüşme mutfakta geçerdi. Komşular gider gelir, (hakikaten ne çok komşu sirkülasyonu vardı) mutfakta sabah kahveleri içilirdi. Ev sahibesi bir yandan işlerine devam ederken, diğer yandan komşulara da laf yetiştirirdi. “Ben etli dolmayı hayatta çiğden yapmam. Önce kıymayı kavuracaksın, sonra soğanı ekle…”

 

Her ev hanımının da böyle değişmez ilkeleri vardı, bu ilkelerdeki inatçılıklarını “beyim böyle istiyor”, “çocuklar böyle yiyor” gibi gerekçelerle açıklarlardı ama bence gerçekte bu ilkeler kimliklerinin ayırt edici kalemleriydi, kim herkes gibi olmak ister ki, hele de yemek pişirmek gibi ince bir konuda?

 

Mutfaktan eve yayılan kokular vardı bir de. Koku hafızası kuvvetli biriyseniz, hemen hatırlayacaksınız evin ruh hali ile bu kokular arasındaki bağlantıyı. Bazen sabah sabah soğan kokuları insanı bezdirir, yorucu bir günün başladığı hissiyle ezerdi insanın içini. Ama bazen de olabilecek en teskin edici koku olan kurabiye kokusu ile o günün ya da belki de hayatın ne kadar şahane olabileceği hakkında ipuçları alırdık.

 

Mutlaka küçük de olsa bir masa, çevresinde mekanın darlığından dolayı açılır kapanır rahatsız sandalyeler, ocağın üstünde mütemadiyen bir çay… Sabahtan kalmış, öğleden sonra yeni demlenmiş, akşamüstü yenilenmiş çaylar.

 

Evet, mekan biraz insana “daral getirecek” cinstendi. Bazıları üstelik, mesela bizim evdeki, ışıklığa bakardı, o sıkışık apartmanlarda, çatıda bırakılan üzeri yağmurlarda su sızdıran ama dayanıklı bir camla kaplı boşluğun ve genellikle cepheden bir pay alamayan mutfakların, banyoların ve bazı talihsiz odaların baktığı dikey bir koridor gibiydi ışıklıklar. Yemeklerin kokusu birbirine karışsın, annelerin çocuklarına bağırtısı birbirleriyle yarışsın diye yapılmış gibilerdi adeta. Eski apartmanların bir kısmında mutfaklar işte böyle ışıklıklarla birbirine bağlanırdı. Mutfaklarda çok vakit geçirildiğinden ve apartman hayatında ses izolasyonu da pek umursanmadığından, gizlisi saklısı olamayan ortak bir hayat yaşanırdı.

 

Mesela bizim apartmanda ikinci katta oturan bir çocuğun ışıklığa bakan mutfakta bütün bir yaz boyunca o zamanlar hâlâ “kerrat cetveli” de denen çarpım tablosunun sadece birler basamağını ezberlemesini dinlemiştik. Adı üstünde “kerrat”, defalarca yapılması gereken bir şey ama birkaç ay sadece birleri çalışması, ikilere bir türlü geçememesi o yaz bizi biraz örseledi! “Bir kere bir biiir, bir kere iki ikiii, bir kere üç üüüç, bir kere dört dööört…”

 

Yine de, karı koca kavgalarının seslerini işitmekten daha iyi bir seçenekti. Bir gün önce kavgalarını duyduğunuz birileriyle asansörde karşılaşmak ise azap vericiydi. Biz duyduklarımızdan dolayı mahçup, onlar her zamanki gibi nazik, “babacan”, “anaç” insanlar… Her an maskeler atılacak ve bize de bağırmaya başlayacaklar hissi… Tırsardık.

 

18 yaşından sonra bir daha annemin mutfağında uzun vakit geçirmedim ama mutfakta oturmayı hep çok sevdim. Mutfak, benim gibi yemek yapmayı çok sevenler için, içimize dönebileceğimiz, sevdiklerimize, (güzel olduğunu bazen zorla teyit ettirsek de) güzel yemekler yapabileceğimiz ve hâlâ radyo dinlediğimiz bir mekandır. Yemek pişirirken yanınızda bir arkadaşınızın olması da çok ilham verici olabilir. Hayatî bir konuda konuşurken domates rendelemek, kaybettiklerimize ağlarken çilek ayıklamak, gözünden yaşlar gelerek gülerken çorba karıştırmak… İlginç kombinasyonlar…

 

Her ne kadar büyük mühim aşçılar çoğunlukla erkeklerden çıksa da, ev hayatında yemek pişirenler, kadın ya da erkek fark etmez, anne şefkatini çağrıştırır bize. Anneler hakikaten bir sevgi/özen gösterme yöntemi olarak yemek pişirirler bazı durumlarda. “Bir yayla çorbası yapayım sana, hiçbir şeyciğin kalmaz” derler mesela. Ya da gerçekten vanilya kokulu muhallebiyi yerken, ruhunuzda bir iyileşme kıpırtısı hissedebilirsiniz pekâlâ. Duygularını ifade etmekte güçlük çeken babalar için de pratik bir yöntemdir aşçılık. Özene bezene, dillerini dışarı çıkartan bir konsantrasyonla yemek pişirirler, ciddi, sessiz… Şefkat göstermekteyken bile baba babadır nihayetinde!

 

Üç oda bir salon olsa bile ev nüfusunun fazlalığından dolayı, kendimize ait odalarımızın bulunmadığı çocukluk evlerimizdeki hayatın merkeziydi mutfak. O evde yaşananların inceliklerini mutfak alışkanlıklarından anlayabilirdiniz. Bu nedenle olsa gerek, ağırlıklı olarak mutfakta geçen romanlar ve filmler bana çok ilgi çekici gelir.

 

Romanların arasında birinci sırayı pek tabii ki Laura Esquivel’in “Acı Çikolata”sı alır. Evin en küçüğü olan, bebekliğinden itibaren zamanının büyük bölümü mutfakta geçen ve adeta orada büyüyen Tita git gide “yaşamaktan doğan mutluluk ile yemekten doğan mutluluğu ayırt edemeyen” bir insana dönüşür. Romanda her bölüm bir yemek tarifi ile başlar ve hikaye tamamen bu yemeğin çevresinde geçer. Bütün üzüntüler, tutkular, kaçışlar ve hatta sona erişler yemeklerle ilgilidir. İlk okumamın üzerinden uzun yıllar geçse de yemeklerin büyücülük için kullanıldığı ya da pişirenin göz yaşlarının yemeğe karışması sebebiyle yemeği yiyen herkesin hislerden hislere koştuğu bazı sahneler hâlâ aklımdadır. Hayatın ve yemeğin “içindekiler” birbirine karışır.

 

Diğer mühim mutfak kahramanı, hâlâ hafızalarımızdaki sıcacık yerini koruyan İkinci Bahar’daki kebapçı Ali Haydar Usta rolüyle Şener Şen’dir. Dizinin jeneriğinin muhteşem yemek hazırlığı görüntülerinin yanısıra, birçok sahnede Ali Haydar Usta öyle güzel kebaplar, mezeler yapar ki, pişirdiği yemekleri yemekten çok yemek yapmaya heveslenirsiniz. Üstelik, yardımcısı da Hanım rolündeki Türkan Şoray’dır. Muhteşem ikili…

 

Şener Şen’in Zengin Mutfağı’ndaki aşçı rolü de var tabii. Film fiziki mekan olarak mutfakta geçer geçmesine ama muhtemelen “mesaj kaygılı” o garip yabancılaştırma efektlerinden dolayı mutfak filminden çok 70’lerin Türkiye’sinde bir gezinti gibidir. Her ne olursa olsun Şener Şen’den gözlerinizi ayıramazsınız.

 

Şu sıralar okuduğum, Sovyetler Birliği’ndeki ve çöküşünden sonra yeni Rusya’daki hayat algıları üzerine Svetlana Aleksiyeviç’in muhteşem kitabı “İkinci El Zaman”da mutfak, bu sefer iç dökme mekanı olarak karşımıza çıkıyor. Rejim karşıtı görüşlerin, bazen televizyonun ya da radyonun sesi sonuna kadar açılarak da olsa dile getirilebileceği, “yoldaşlık maskesi”nin korkusuzca çıkarılabildiği, mesela “SBKP MK Genel Sekreteri’nin ölmesine gülebildikleri” tek yer olan küçücük mutfaklar… “Mutfaklarda gülerdi herkes, biz de mutfakta gülerdik. Üç karış yerin özgürlüğü. Mutfak saçmalıkları…” diye anlatıyor Sovyet dönemindeki mutfak maceralarını “Parti Bölge Komitesi Üçüncü Sekreteri Elena Yuryevna.” Herhangi bir yerde açıkça konuşabildikleri zamanları “Moskova’da bir mutfaktaymış gibi” diye tarif ediyorlar.

 

Paulo Coelho ise, “Aldatmak”adlı romanında “Yemek yapmak sanatların en güzeli ve kusursuzudur. Beş duyumuzu birden harekete geçirir, hatta bir duyumuzu daha uyandırır – elimizden geleni ortaya koyma ihtiyacımızı. En sevdiğim tedavi budur.” diyor.

 

Bu yoğun siyasi gündemde, oğlumun da girdiği üniversite sınavlarının arasında, oturup mutfak ve yemek pişirmek üzerine yazmak hayra alâmet midir, bilmiyorum. Muhtemelen, müdahale etmemin mümkün olmadığı tüm bu “önemli” olaylardan kaçıp, elimden geleni ortaya koyma ihtiyacımı anlatmak için yazıyorum. Sığınılacak en güzel yerlerden biridir mutfak.

 

 

 

 

 

- Advertisment -