Ana SayfaYazarlar‘Seçmen’ değil ‘çarıklı erkân-ı harp’

‘Seçmen’ değil ‘çarıklı erkân-ı harp’

 

Seçmen’ gibi ruhsuz, hiçbir hayatiyet imâsı bulunmayan bir kelime bizim memlekette oyunu kullanmak üzere sandık başına giden insanı târif etmeye yetmez. Bizde sandık başındaki insan çoğu zaman hükmünü vermiş, onu uygulatmak üzere  kılıcını kınından çekmiş kişi demektir. Oyunu sandığa atarak ya bir Gordion düğümünü keser ya da siyasete yeni bir ayar verir.  

 

Onun siyasete verdiği ayarlar öyle üniformalı bürokratların ‘balans ayarları’na benzemez. Türk seçmenine, bu ülkenin vatandaşlarına ‘çarıklı erkân-ı harp’ denilmiştir; kılıcından kan damlar. Yakın dönemdeki örneği 2002 seçimlerinde görüldüğü üzere, yaptığı tercihlerle mîâdı dolmuş kimi siyasetçileri ebediyyen siyasetin dışına iter, kimilerinin önünde ise büyük ikbal kapıları açar.

 

1950’den sonraki çok partili hayatımız şahittir ki; Türkiye’de seçmen, sandık önüne her geldiğinde isabetli kararlar almış, kıldan ince kılıçtan keskin hükümler vermiş ve siyaseti de siyasetçiyi de -zaman zaman askerleri de-  doğru zeminlere oturtmasını bilmiştir.

 

Menderes’ten Özal’a

 

1950 ve 1954 seçimlerinde Bayar ile Menderes’in ‘Demokrat Parti’si  ‘sandıkları patlatarak’ iktidara gelmişti. 1954 seçimlerinde Menderes rüzgârı artık kasırgaya dönüşmüştü. Menderes’in Ege taraflarındaki bir seçim mitingini izleyen gazeteciler ‘halkın adamı’ ifadesinin gördükleri manzarayı anlatmaya yetmeyeceğini düşünmüşler; ‘adamın halkı’ sözlerinin durumu daha iyi anlatacağına kanaat getirmişlerdi. 1954’ten sonraki dönemde başta Menderes olmak üzere Demokrat Parti kodamanlarındaki ayar bozukluklarının örneklerini yakın tarih yazıyor. Adnan Menderes 1957 seçimlerine, ‘Ben bu millete odunu aday göstersem, onu mebus seçtiririm” diyerek girmişti. Seçimi kazanmıştı kazanmasına ama seçim gecesi zaferini değerlendirirken, “Allah bana bir daha böyle bir seçim yaşatmasın” diyecekti.  

 

Eğer darbecilik mikrobu galebe çalmasaydı, Menderes’in dördüncü seçimden galip çıkması zaten uzak bir ihtimaldi.

 

 Daha yakın tarihten, Özal’lı yıllardan bir örnek…

 

Mart 1989 mahalli seçimlerini hatırlayan çoktur. Anavatan Partisi 1983 ve 1987 seçimlerini kazanmış ama ikinci döneminin sonlarında yine ayar sorunları yaşamaya başlamıştı. Eş, dost, akraba kayırmacılığı, keyfîlik ve ‘papatyaların’ ön planlanda olduğu saltanat tabloları ortalığı kaplamıştı. Anavatan Partisi’nin zirvelerinde kibir ve şımarıklık had safhadaydı.

           

1989 mahalli seçimlerinde sandığın başına gelen çarıklı erkân-ı harp kılıcını çekti ve darbeyi indirdi. Girdiği her seçimi kazanmaya alışmış iktidar erkânı o gece sonuçlar gelmeye başladığında şöyle demişti: “Üzerimizden silindir geçiyor.” Özal’lı yıllar esasen Haziran 1993’te Özal öldüğünde değil, 1989 Mart’ında yapılan o mahallî seçimde sona ermişti.

 

 Bunları neden yazıyoruz, bu göndermeler neden? 31 Mart’ta AK Parti’nin (veya Cumhur İttifakı’nın) üzerinden silindir mi geçecek?

 

Zannetmiyoruz.

 

Ama AK Parti kadrolarının akıllarından çıkarmamaları gereken şey şu: Partileri daha bir yıl önce, 24 Haziran’da seçmen tarafından ‘tekdir’ edilmişti. AKP oylarının o seçimde yüzde 49’dan yüzde 42’ye düşmesini başka nasıl izah edeceğiz? Nitekim parti yöneticileri ‘tekdir’ edilmiş olduklarının gayet bilincinde olarak, ‘mesajı aldık, gereğini yapacağız’ şeklinde konuştular.

 

Peki, aradan geçen bir yıldan az zamanda iktidar sahiplerinin halkın verdiği ‘o mesajın mûcibince’ amel ettikleri söylenebilir mi? Bu sorunun cevabını verecek olan işte o çarıklı erkân-ı harptir. Eğer millet iktidar partisinin 24 Haziran’daki o tekdir ile ‘uslandığını’ düşünüyorsa mesele yoktur. Eğer öyle olduğunu düşünmüyorsa, o zaman ihtimal ‘tekdir ile uslanmayanın hakkı’nı verecektir.

 

Bir-iki misal vermek kabilinden yazalım; acaba Danıştay Başkanı’nın kızıyla, darbeci generalin abisinin yeni görev yerlerine atanmaları 24 Haziran seçimlerinden önce mi yapılmıştı yoksa sonra mı? Ben bunların tarihlerini aklımda pek tutamıyorum, ama mâşeri vicdan bu tip atamaların ne zamanını ne zeminini unutuyor.

 

Soylu: ‘ Bu seçim ders verme seçimi değil…’

 

Acaba diyorum, 21 Mart günü Zonguldak’ta, “N’olur bizi zayıf düşürmeyin… Bu seçim ders verme seçimi değildir…” diye konuşan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, bir ‘kötek kokusu’ aldığı için mi böyle konuşuyor?

 

 “Bu seçim ders verme seçimi değildir” sözünün üzerinde biraz durmak lâzım, zira  bu mesaj içinde bir de imâyı barındırıyor sanki.

 

Öncelikle mesajın sorgulanması/irdelenmesi gereken tarafı şu: Bu seçim ‘ders verme seçimi’ değilse hangi seçim ders verme seçimidir? Eğer seçmen iktidar partisine bir ders verme niyetindeyse, iktidar açısından en münasip zaman mahalli seçim değil midir? Öyle ya, ne kadar ağır darbe alırsa alsın merkezî iktidarı genel seçime kadar elinde tutmaya devam edecektir.

 

İnsanın Süleyman Soylu’ya ‘acaba bir ders alacaksınız, bunu genel seçimde almayı mı tercih ederdiniz’ diye sorası geliyor.

 

Süleyman Soylu’nun bu sözlerinde var olduğunu zannettiğimiz imâ’ya gelince… “Bu seçim ders verme seçimi değildir” ifadesinde ‘Bir dersi hak ediyorsak /hak etmişsek bile…’ imâsı yok mu?  Yani Süleyman Bey, sanki bir derse ihtiyaçları olup olmadığından çok, bunun zamanlaması üzerine bir endişeyi dile getiriyor gibi.

 

Süleyman Soylu ‘şimdi değil’ mesajı verirken PKK’ya ve Gülen örgütüne karşı verilen mücadelelerin akâmete uğraması riskine dikkat çekiyordu.

 

İktidar sözcülerinin ‘bekâ kaygısını’ bu mahalli seçimin bir ‘malzemesi’ haline dönüştürdüklerini görüyoruz. Oysa ‘vakitlice’ verilmiş bir ‘ders’in ‘bekâ’ya halel değil bilâkis fayda getirebileceği cümlenin mâlûmudur.

 

Neyse, işin bu tarafları yoruma fazlasıyla açık.

 

Ama AK Partililer şu açıdan müsterih olabilir: Bu seçimde seçmenden bir ‘kötek’ yiyecek olsalar bile bu durum muhalefetin yarattığı tehditten değil, yine kendi hatalarından kaynaklanacak. Kemal Kılıçdaroğlu ve şürekâsı CHP’nin dümeninde kaldığı müddetçe AK Parti’nin iktidarına halel gelmeyeceğini cümle âlem biliyor. Kemal Bey o koltukta oturduğu sürece AK Partililer kemâl-i huzur içinde olabilirler.

 

CHP’nin başına geldiği 2010 yılından sonra girdiği bütün seçimleri kaybetmiş bir genel başkanın varlığı, iktidar partisinin kendi bekâ kaygısı için en somut güvence. CHP öyle bir muhalefet partisi halinde ki, iktidar partisinin blok halde oy kaybına  uğradığı seçimleri bile kaybedebiliyor!  7 Haziran’da (2015) bunu gördük? Hatırlayın, o seçimde AKP tek başına iktidarı kaybetmişti, ama CHP’nin bir önceki seçim olan Haziran 2011’deki yüzde 25.9 olan oy oranı Haziran 2015’de 25.0’a gerilemişti.

 

Ben şahsen 2010 yılından sonra yapılan seçimleri Tayyip Bey mi kazanıyor yoksa Kemal Bey mi kaybediyor, hangi dinamik daha fazla etkili oluyor, pek emin olamıyorum. Neyse, Kemal Bey meselesi ayrı bahis.

 

Sonucu sadece ekonomi mi belirleyecek?

 

Herkes hemfikir ki, bu seçimde ekonomideki genel durumun, dövizdeki ve enflasyondaki yükselişin iktidar partisi için olumsuz bir etkisi olacak. Ekonomideki durumun seçimlerin kaderinde en kritik rolü oynadığı bilinir. Ama 31 Mart seçiminin sonucunu büyük bir ihtimalle sadece ekonomideki olumsuzluklar ya da adayların isimleri belirlemeyecek.

 

Seçmen, muhtemelen şu üç soruya verdiği cevabı da ekonomi faktörünün yanına koyacaktır: İktidar partisi eş, dost, akraba kayırmacılığı yapıyor mu? ‘Emaneti ehline’ veriyor mu? ‘Adaletle hükmediyor mu?’

 

Bunlar her seçimde ‘tencere’ faktörünün yanında seçmenin dönüp baktığı şeyler.

 

Seçim güzel şeydir, pek yarayışlı şeydir. Bilhassa iktidarda ya da muhalefette, ayarı bozulmuş siyasetçiye, şirâzesinden çıkmış siyasete bulunmaz şifâdır. Ne bozuk çarkları düzeltmiş, ne karizmaları bozmuştur seçimler bu memlekette.

 

Seçimler için, ‘yağmur suları gibidir’ derler; ‘siyasetteki kiri pası temizler götürür’ diye de eklerler. Pazar günü seçimin sonucu ne olursa olsun, esasen olacak olan işte budur. Mâşerî vicdan bir kez daha hükmünü verecek, hem iktidar hem de muhalefet için takke düşecek ve varsa kel görünecektir. Bir başka ifadeyle ak koyun kara koyun belli olacaktır.

 

 

 

 

- Advertisment -