Ana SayfaYazarlarErkeklik halleri

Erkeklik halleri

 

Neden futbol statlarına hep “ölmeyee ölmeyeee ölmeyeee” gidilir?

 

Neyin şehvetidir, yaratıcılığın şahikasından türemiş ana avrat küfürlü marşlarla kol kola zıplarken avaz avaz bağıran binlerce insanın yaşadığı?

 

Trafikte; emniyet şeridinden basıp giden, slalom yapan, spin atan, dörtlüleri yakınca otoyolda ters yönden gitmek de dahil tüm yasakların askıya alındığını zanneden; hayatta hiçbir şeyi algılayamadığı hızla sarı ışığı algıladığını çaldığı kornasından anladığımız, 180’le kopmuş gelirken 500 metreden çaktığı selektörden tanıdığımız, belki de dünyaya sunduğumuz tek teknolojik buluşumuz “Emniyet Kemerini Bağlamayı Hatırlatıcı Sinyal Sesini Susturan Kemersiz Çakma Kelepçe” nin müşterileri… Evet, bu sürücülerin neden yüzde doksandokuzondadokuzu erkek türünden çıkmaktadır.

 

Niçin kadınlar yapamıyor slalomları, spinleri, sarıda korna çalıp, dörtlülerle her yasağı çiğnemeleri? Bütün bunların fizik şiddetle bir ilişkisi olabilir mi? Bunları yapmanın, bayağı bildiğimiz kafa göz yaracak kavgalara yol açabileceği; bunu göze alan bir zihniyet gerektirdiği; bu nedenle de muhtemelen torpidoda bir tabanca ya da bagajda krikonun hep hazır tutulduğu; kısacası, çok ama çok erkek dünyasına ait bir adrenalin mevzusuyla karşı karşıyayız diyebilir miyiz?

 

Nerede çok göze batan bencillik varsa, nerede hak ve kural tanımazlık varsa, nerede yaptığı yanlıştan utanmak yerine bunu hatırlatana  “yaptım lan n’olucak “ efelenmesi varsa, neden failler yüzdedoksandokuzondadokuz erkek türünden olmaktadır? Çünkü bütün bu haller bildiğimiz fizik şiddet dünyasına aittir. Şiddet kültürünün görünümleridir bu davranışlar. Şiddet kullanıcısı değilseniz, size de yönelebilecek bir şiddeti göze alamıyorsanız, şiddeti doğrudan hem temsil hem de davet eden bu tür davranışlara girişemezsiniz.

 

Erkekler bu davranışların faili de olabilirler mağduru da…Fakat kadınlara faillik hemen hemen hiç düşmez bu “ataerkil adalet” dünyasında; onlar mütemadi mağdurlardır…

 

Daha soft gibi gözüken konular da var. Mesela ev hayatımız.

 

Kadının çocuk doğurma ve aileyi doyurma, temizliğini, bakımını yapma makinesi olarak tanımlandığı, “kutsal anne, hamarat kadın” güzellemesiyle eve kapatıldığı geleneksel modelden söz etmiyorum. Onu aştığı iddiasıyla gururlanan “modern” ilişkilere daha yakından ve dürüstçe bakmayı öneriyorum. Bakalım ataerkillik kolay yıkılabilir bir kültür müymüş?

 

Modern ailede yeni bir kavram doğdu. “İkinci vardiya” (second shift) formel sektörde bir gelir karşılığında çalışan evli kadınların ev içinde ortak yaşantıya ilişkin üstlendikleri ve maddi bir karşılığı olmayan işlerin yürütülmesini ifade ediyor. “Ev işlerinin” erkek ve kadın arasındaki dağılımını, bu ücretsiz emeğin kime ait olduğunu ve adıyla sanıyla kimin kimi sömürdüğünü gösteren bir kavram ikinci vardiya.

 

Basit bir karne düzenlemek hoş olabilir! Çocukların beslenme, giyinme, yıkanma gibi temel ihtiyaçlarını kim ne oranda üstleniyor. Onların birkaç dakikada darmadağın olan odalarını sistematik olarak kim topluyor? Çocukları geçtik… Birlikte yaşanılan bu evde çamaşırları makineye kim koyup çalıştırıyor, kim yıkama bitince çıkartıp asıyor, kim kuruyunca topluyor, katlıyor, ütülüyor, yerleştiriyor? Sofrayı kim topluyor; kim “topluyor gibi yapıyor”, mutfağa götürülenleri sudan geçirip makineye yerleştiren, kirlenmişse ocağı silen, makineyi çalıştıran, masayı silen ve aslında ortamı yemek yemeden önceki duruma getiren bir dizi işi kim hangi oranda paylaşıyor. Bu iş nüanslarını boşuna saymadım. Erkeklerin ev hayatında “çalışıyor gibi” yapmakta uzmanlaştıklarını yakından biliyorum. Sadece kadınlarla değil, kendi aralarında da erkekler ortak yaşantıda hiç bıkmaksızın kaytarma ve ötekini sömürme stratejileri geliştirirler. Bu o kadar yoğun yapılır ki, yapan adamlar bunun farkında olmaktan bile uzaklaşırlar. Normal gelir kendilerine davranışları. Bir tabağı sofradan alıp mutfak evyesine bırakmak “işe katılmaktır” çoğu erkek için. Gidip kanepeye uzanma hakkı kazanmasına yeter. İkinci vardiya orada devam etmektedir oysa.

 

Başka işler de var karnede. Mesela çöpün dolduğunu kim fark ediyor. Kim torbayı çıkartıp ağzını kapatıyor, kapının önüne koyuyor? Kim arada bir elektrik süpürgesini yerinden çıkartıp fişe takıp “şöyle bir ortalığı alıyor”. Siz bir erkeğin “makineyle şöyle bir ortalığı aldım” cümlesi kurduğunu duydunuz mu hiç? Bu kadın cümlesidir. Küçükken annelerimizden, evlenince karılarımızdan duyarız.

 

Ortalığı toplama diye bir iş vardır değil mi? Bu çok ciddi bir iştir. Yapılmazsa bir süre sonra o ortamda yaşanamaz. Kaç tane erkek bunun farkındadır sizce? Karnenizi dürüstçe notlandırınız please…

 

Mutfağa geliyorum… Az sonra…

 

Yatağı toplayan var mı sizin evde? Yoksa, bırak akşam yine bozulacak nasılsa mı deniliyor? Toplanıyorsa kim topluyor acaba? Askerlikte ilk öğretilen işlerden olup, “battaniyeyi öyle gergin sereceksin ki bozuk parayı üstüne atınca zıplayacak” komutunu hatırlamayan erkek yoktur sanıyorum. Peki, askerlik şiddeti ortadan kalkıp evine dönünce yatak toplayan erkek oranı nedir? Anneler veya karılar varken o evde…

 

Beni daha şaşırtan iş başlıkları da var. Mesela seyahat çantası hazırlamak. Adam kendi valizini hazırlamıyor. Karısı zaten gönüllü ( bu kadın gönüllülüğü hususu çok uzun ve karmaşık bir meseledir ve Kandiyoti’nin “ataerkil pazarlıklar” olarak literatüre kazandırdığı davranışları hatırlatır. Bunu ileride tartışacağız inşallah), fakat adam karısından da daha gönüllü bu işi de ona yıkmakta. Bu kadar kişisel bir iş, yani hangi gömleği, kazağı, pantolonu giyeceği, kaç dona ihtiyacı olacağı, havlusu, ayakkabısı, şusu busu… İnsan bunları kendi kararlaştırıp, bulup, katlayıp valizine koymaz mı; yapmıyor işte! Alan razı veren razı deyip geçiştirebiliriz isterseniz. Karneye koymayalım hoşlanmadıysanız.

 

Evet, gelelim mutfağa. Burası biraz karışık. Artık pek eskisi gibi değil; yemek denilince akla hemen ve sadece kadınlar gelmiyor. Mutfağıyla övünen erkekler hiç az değil ve giderek de çoğalıyor. Yemek yapmak, gerçekten neresinden baksanız diğer fazla nitelik gerektirmeyen ev işlerinden farklı bir uğraş. Sofistike, yaratıcılığa çok açık ve fazla sayıda (pişirme teknikleri, malzeme oranları, dünya kültürüyle köprüleri) unsurun işe karıştığı özellikli bir emek sergilemeye müsait. Modern erkeğin bunu keşfetmesi uzun sürmedi. Zaten profesyonel hayatta da geleneksel olarak ahçılık erkeklerin işi.

 

Şunu ileri sürebilirim: Erkeğin mutfağa girişi, iktidarından vaz geçmesi, paylaşımcı damarının kabarması sonucu değil; tersine, iktidarını, popülaritesini pekiştirme imkânı olarak gerçekleşti.

 

Bunun üç görünür sonucu oldu. Birincisi, biz yemek yaparken bir mutfağın ancak bir doğal afetle kıyaslanabilecek kadar darmadağın olup pislik içinde kalabileceğini öğrendik. İkincisi, yemek üretiminde de bir hiyerarşiyle tanıştık. Maydanoz ayıklama, soğan doğrama, sarımsak ezme, domates rendeleme, malzemeleri yıkama filan gibi tatsız tuzsuz ve “herkesin yapabileceği” işlerle ahçının zaman kaybetmemesi, o ne istiyorsa   “yardımcı olmak sıfatıyla” (tabi çoğunlukla kadına düşen bir görev bu)  yapılması ve erkeğin ustalığını yemeğin oranlarında, pişirilmesinde, mucizevi dokunuşlarda göstermesine imkan tanınması gerektiğini anladık.  Üçüncüsü yemeklerin de bir bakıma cinsiyetinin olduğunu fark ettik.

 

Mesela bir kabak dolması tamamen dişidir. Ya da patlıcan musakka, tarhana çorbası, yaprak sarma, zeytinyağlı yer elması veya pırasa veya barbunya veya yeşil fasulye ve elbette kapuska, karnıyarık; hep dişidir bu yemekler. Fakat mesela çiğ köfte sapına kadar erkektir. Mangalda et, zaten Türkler at sırtında koştuğundan bu yana erkektir. Bir de kendini tavuk, kuzu, dana dünyasına vurmuş, türlü çeşitli soslar, soteleme yöntemleri, fırında takla attırmalar, buharda Çinlileştirmeler gibi şaşırtıcı yaratıcılıkta işler çıkartan modellerimiz var bizim. Yalnız dikkatinizi çekmiştir balığı ayırıyorum. Erkeğimizin balıkla ilişkisi soslu, süslü, atraksiyonlu değildir nedense. Saf lezzet düşkünlüğü başlar birdenbire…Orada durum şudur: Birincisi; modern Türk erkeği balığın tazeliğini dokunarak, orasını burasını kurcalayarak filan değil, uzaktan bakarak hemen anlar. İkincisi; bütün balıkların ismini, mevsimini çok iyi bilir ve nesine olsa iddiaya girer. Üçüncüsü; tavalıksa o balık, en çıtırını o yapar, yok eğer ızgaralıksa, şeytana pabucunu ters giydirir, hem lokum gibi pişirir hem suyunu içinde bırakır… Makarna pilav olayına girmeyeyim artık. Hepimiz İtalyanız ve hepimiz pilavın ustanın namusu olduğunu biliriz. İşte biz erkekler mutfağı da böyle fethederiz…

 

Vallahi küçümsemek için söylemiyorum; ti’ye almıyorum. Hepsi de saygıdeğer çabalar.

 

Saygıdeğer, ama rolleri de pek değiştirmeyen çabalar. Zaten de bunlar rol değiştirmek için değil, rol çalmak için yapılıyor kanımca. Hatta bana uzaktan da olsa kahve falı olayını hatırlatıyor. Siz de rastlamışsınızdır büyük ihtimalle, bir aralar yemekli kadınlı erkekli buluşmalarda erkeklerin bazıları kahve falı bakmaya başlamıştı. Büyük sükse yaptı bu iş. Elbette herkesin yapacağı iş değildi. Yaratıcı bir hayal gücüne, kıvrak bir dile, mizah duygusuna, yani bazı hasletlere ihtiyaç gösteriyordu. Bu arkadaşlar, kadınların çok ilgi gösterdiği fakat genellikle gösterdikleri ilgi kadar renkli ve zengin bir dil kuramadıkları; (üç vakte kadar, için daralmış, paket geliyor, yol var gibi) klişelerin dolup taştığı kahve falları sektöründe yıldız gibi doğdular. Bazı arkadaşlarımdaki cevheri o zamana kadar nasıl keşfedemediğime şaşırdığım çok oluyordu. Neyse, bir modaydı geçti gitti. Ekmeğini yiyen de çok olmuştur bilemem.

 

Fakat mutfak pek geçici bir moda değil sanki…

 

Eğlenceli gibi geliyor böyle anlatınca. Oysa ataerkilliğin gülünecek bir yanı yok; tersine çok acıtıcı… Otoriter zihniyetin, acımasız şiddetin, saldırgan milliyetçiliğin, militarizmin, savaşların temelinde bu kültür yatıyor. Modern ideolojiler bu maskülen kültürden oluk oluk besleniyor. Ataerkillik keşke sadece kadına soğan doğratan erkek rolünü anlatan bir kavram olsaydı; bu halledilirdi nihayetinde…

 

Haftaya devam. Sevgiyle kalın, evleri fazla dağıtmayın…

     

- Advertisment -