Ana SayfaYazarlarBerberin gözünden

Berberin gözünden

 

Ankara’da, avukatlık yaptığım yıllarda, randevuyla gidilen bir berberim vardı. Erkek berberlerine de “kuaför” denilmeye başlandığı yıllardı. Bizimki de mahalle arası önlüklü amcalardan kendini farklılaştırmayı başarmış, nasıl yaptıysa medya çevresinden, tanınmış siyasilerden, bol paralı devlet müteahhitlerinden bir müşteri portföyü oluşturmuştu.  

 

 Bir sabah baktım gazetenin ilk sayfasının üst köşesinde fotoğrafı var. “Ahmet Necdet Bey’den sonra Abdullah Gül Bey’e de hizmet veririz. Devlet büyüklerimizi traş etmek bizim için onurdur” mealinde sözler söylemiş.  

 

Haberden kısa süre sonra koltuğunda oturmuşum sohbet ediyoruz. Konu elbette “devlet büyüklerimiz”. “Nedir izlenimin Doğan” diye sordum. “Abdullah Bey çok efendi çok kibar bir insan abi” dedi. Sonra yüzü iyice ciddileşti, kaşlarını kaldırdı, işin şakaya gelir tarafı yok edasıyla “fakat…öteki tam bir lider; birisini çağırdığı zaman gelenin dizleri titriyor fark ediyorsun…”

 

  “Öteki”nin kim olduğunu hepimiz biliyoruz…Evet, o sıralarda dönemin Başbakanı’nın da evine gidiyordu Doğan…

 

Bir berberin, arada bir çağrıldığında gittiği ve işine odaklanarak herhalde en fazla yarım saat temas ettiği bir atmosferden bu hükme ulaşmasına yol açan şey nedir? Kibar bir beyefendi ile lider olmak arasındaki fark, ne tür ipuçları saçıyor ortalığa? Hangi duygularımız harekete geçiyor da, bize “işte lider” dedirtiyor?

 

 Bize bunu söyleten, sesiyle, bakışıyla, mimikleriyle velhasıl her şeyiyle sindirilmiş, katıksızca kullanılan eril bir vücut dilidir. Bu vücut dili iktidar yüklüdür. Bedenin bütün imkanlarıyla o bize, “burada karar verici benim” demektedir. Ve demektedir ki, benim otoritem altındasın, istediğim zaman seni azarlayıp küçük düşürebilecek ya da değersizleştirip yalnızlaştırabilecek ve dahası her bakımdan canını yakabilecek kudrete sahibim ben.

 

Bizler bu vücut dilini nerede görsek tanırız. Bütün kıvrımlarıyla kültürümüzün kılcallarına sinmiştir. Onun “alttan almayacağını”, “pazarlık yapmayacağını”, “acımayacağını” biliriz.

 

 İşte bu dil, şiddetin her türüyle donatılmış maskülen iktidar dilidir. Sahibini sevmemizin önemli olmadığını; sevgimize tenezzül edilmediğini ama korkmamız gerektiğini hatırlatır bize. Ataerkil kültürün erkeksi iktidar ve otorite sembolleri şiddet üzerine kuruludur, “beyefendilik” üzerine değil. Gönülleri kazanarak kendini etkin kılmayı yücelten bir nitelemedir beyefendilik. Elinin altında kullanılabilir bir zorlama aracı varken buna tenezzül etmemeyi ima eder. Bir “bey” in elindeki gücü kullanmaması onu lügatte “efendi” yapabilir; ama bir bey gerçek hayatta efendi olmak istiyorsa o gücü en sert biçimde kullanabileceğini ele güne derin biçimde hissettirebilmelidir. Ataerkil kültürde işin sırrı budur.

 

Bu maskülen şiddet kültürünün en makyajsız haliyle sahne aldığı dönemlerden birisi Gezi olayları günleridir .

 

Sahne, çadırlarla parka gelmiş orada geceleyen gençlerin, eylemden ziyade eğlence gösterilerini çağrıştıran etkinlikleriyle açıldı. “Burada biz de varız, Gezi Park’ında yapmak istediklerinizi reddediyoruz, hayatımıza saygı gösterin, kalıplarınızı dayatmayın, sesimizi duyun” diyen naif bir gençlik çağrısı olarak başladı Gezi. Kadınlı erkekli komünal görüntülerle, sazlı gitarlı buluşmalarla dile getirilen, şiddetten uzak, diyaloğa açık bir tepkiye tanıklık ediyorduk.

 

 Bu tepkiye iktidar katlarından oldukça beyefendice bir yanıt geldi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; " Açık bir toplum içerisinde yaşıyoruz. Ve hepimizin, farklı farklı düşüncelerimize, görüşlerimize, siyasi eğilimlerimize, inançlarımıza muhakkak ki saygı göstermemiz gerekir. Bu saygı ve sevginin şüphesiz karşılıklı olması gerekir. Herkesin kendi ülkesinde en geniş şekilde kendisini özgür hissetmesi gerekir. Bu çerçeve içerisinde demokrasiler dediğimizde demokrasilerde tabi ki seçimlerle halkın iradesi ile her şey ortaya çıkar. Ama demokrasi demek sadece seçim demek de değildir. Seçimlerin dışında da farklı görüşler, farklı durumlar, itirazlar varsa bunların da çeşitli yollarla dile getirilmesinden daha tabi de bir şey olamaz. Barışçı gösteriler şüphesiz ki, tabi ki bunun bir parçasıdır. Bütün vatandaşlarımın büyük bir sağ duyu içerisinde hareket edeceklerine inanıyorum. Verilen bütün düşünceler okunmuştur, görülmüştür, not edilmiştir ve mesajlar da alınmıştır. Bütün vatandaşlarıma bu vesile ile sevgilerimi sunuyorum" açıklamasını yaptı.

 

 Yazıyı uzatmamak için sonraki sürecin hafızalarda taze duran ayrıntılarına girmiyorum.

 

Cumhurbaşkanı’nın diyalog arayan, eylemcilerin protesto hakkını demokrasinin gereği olarak tanımlayan, mesajları aldığını ilan eden tutumuyla, muhalif gençlerin barışçı çizgisini, karşılıklı olarak “naif” gören aktörler hızla sahaya hâkim oldular.  

 

Önce üslup bozuldu. Kahrolsunlar, çapulcular, katiller, teröristler…

 

Ardından, gaz bombaları, taşlar, sopalar, sivil görünümlü polis linçleri, ölümler, barikatlar…

 

Öldürülen bir çocuğun annesinin iktidar kürsülerinden taraftarlara yuhalatılmasına kadar vardı iş.  Öteki yanda da bazı mitingler, Başbakan’ın annesine uzanan en aşağılık küfürlerle toplu erkek ayinlerine dönüşüyordu…Bu kadar da olur mu; oldu işte…

 

 Sokak, şiddete teslim oldu.

 

Hangi tarafa sorarsanız öteki taraf haksız şiddet uyguluyor! Hangi tarafa sorarsanız kendi şiddeti meşru! Sahaya sonradan ağırlığını koyan taraflardan hiçbiri barışçı yönetilebilecek bir sürecin şiddete evrilmesinde kendi taşıdığı sorumluluğu kabul etmiyor. Ondan da öteye şiddet kullanmayla övünüyor; şiddeti başarının koşulu sayıyor. Devrim hayalleri kuranlar bir yanda, muhalefeti ezip iktidarını pekiştirmek peşinde olanlar öteki yanda, had bildirme, bilek bükme yarışına giriyor. Çoğunluk da bunu doğal karşılıyor.

 

 Sonuç; Erdoğan kazandı.

 

Peki Türkiye? Türkiye kaybetti. Bu cümleyi alkışlayacak çok insan vardır biliyorum; onları hayal kırıklığına uğratacağım için hiç üzülmüyorum. Türkiye Erdoğan kazandığı için kaybetmedi, bir kez daha şiddet kültürü kazandığı için kaybetti. Türkiye; Erdoğan’a kızgın olanların sokaklar üzerinden ürettiği şiddetle sonuç alması ihtimalinde de kaybedecekti. Erdoğan kaybetseydi de kazanan Türkiye olmayacaktı.

 

  Nitekim tarih ne güne duruyor dönüp de bakılmayacaksa.

 

 1961’de Başbakan asmak en ahlaksızından şiddet değil miydi? Ama, ataerkil kafanın şiddet üretmedeki tiksindirici yaratıcılığıyla yarışmak da hiç kolay değildir. Menderes’i asmak da tatmin etmedi o günün muktedirlerini; idama giderken prostat muayenesi yapmayı da akıl edebilen erkekler çıktı aralarından.

 

Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın cunta tarafından alçakça öldürülüşünden yaklaşık 11 yıl sonra yine bir cunta kararıyla Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan idam edileceklerdi. 6 Mayıs 1972’de infaz edilen bu karar Meclis’te oylanırken en ön sırada oturan Demirel; eli “evet” için havada, dönüp Meclis grubunu kontrol ediyordu fire var mı diye. Kimsenin canına kıymamış 20’li yaşlarındaki üç genci idama gönderirken, DP’nin devamı Adalet Partisi sıralarından “üçe üç” sesleri yükseliyordu o gün…

 

Bunlar unutulacak şeyler değil…

 

Peki 60’lı yıllar bu ahlaksız şiddetle kapandı da 70’ler nasıl geçti? Herkesin kendi şiddetini sevip meşrulaştırdığı, Bir tarafta “Türk milleti ve devleti için” öte yanda “halkın kurtuluşu uğruna” şiddete sarılanların çatış(tırıl)dığı, sokakların kana doymadığı yıllardan geçtik. 12 Eylül, bu şiddet dolu yılları şiddetin zirvesine çıkarak bitirdi! Sansür, aşağılama, işkence, 3 ay süren gözaltıları, ağır cezalar, idamlar… İnsan onuru ve bedeninin bu denli acımasız kırımdan geçirildiği bir örnek yaşamamıştı Türkiye.    

 

Burada durayım…

 

Şiddet kültürümüzün siyasal alan dışında gündelik yaşamımızdaki görünümlerine bir türlü sıra gelmiyor. Şu erkek kuaförlerine yeniden dönsek diyorum haftaya…Sonra belki taraftarlığa, stadyumlara, askerliğe, trafiğe, tv dizilerine, mutfaklara, erkek seyahatlerine, evliliklere, çocuklarla ilişkilere, çocuk isimlerine, hobi seçimlerine… İşte artık aklımıza ne gelirse oralara bakarız belki de.

 

Aklımdayken yazayım: Yönetmenliğini Seren Yüce’nin yaptığı, Bartu Küçükçağlayan, Settar Tanrıöğen, Esme Madra, Nihal Koldaş’ın oyunculukları üstlendiği, 2010 yapımı “Çoğunluk” filmini, izleyenlere hatırlatmak, izlemeyenlere de önermek istiyorum. Bu film Venedik film festivalinden “Geleceğin Aslanı” ödülüyle dönmüştü. Benim gözümde hâkim kültürü, sayfalarca makalenin, ciltler dolusu kitabın anlatabileceğinden daha etkili, daha berrak anlatan bir eserdir “Çoğunluk”. Gözümüzü dikip fark edelim, çözümleyelim, anlayalım, utanalım, utandıralım, aşındırılmasına kıymık kadar katkı yapalım dediğim kültürü; aslında içinde yaşadığımız çoğunluğu tam orta yerinden anlatır. On numaradır yani…

 

                Buluşmak üzere.

 

 

- Advertisment -