Ana SayfaYazarlarİki T24 yazarı ve ‘PKK ile mücadele’ okumaları üzerine (II)

İki T24 yazarı ve ‘PKK ile mücadele’ okumaları üzerine (II)

 

“Bu savaş ne zaman başladı?” sorusu tarihçilerin her zaman cevabını kolaylıkla verebildiği bir soru değildir.

Bu, kimi zaman belirleyici olayın hangisi olduğu üzerine sürüp giden tartışmalardan, kimi zaman da uzun süredir düşük yoğunluklu çatışmalarla süren bir gerilimin aniden parlaması, çatışmanın kitleselleşip savaşa dönüşmesi gibi noktaları belirlemekte ortaya çıkan zorluktandır.
 

Ve tabii bir de galat-ı meşru (ya da galat-ı meşhur) kavramı ile geçişmeler de devreye girer.

İkinci Dünya Savaşı’nın Almanya’nın Polonya’yı 1 Eylül 1939’da işgali ile başladığı ve savaşın başlıca cephelerinden birinin de Pasifik olduğu bilinir.

Aynı doğrultuda,  Pasifik Savaşı başlangıcı da, ABD’nin Hawai arşipeli içinde, Oahu adasındaki Pearl Harbor deniz üssüne Japonya’nın 7 Aralık 1941 günü yaptığı hava saldırısıyla tarihlenir — ama Çin ve Japonya açısından bakıldığında durum farklıdır.

Çin ve Japonya için İkinci Dünya Savaşının ve dolayısıyla Pasifik Savaşının başlangıcı, aslında, 7 Temmuz 1937 tarihinde tetiklenen Çin-Japon savaşıdır.

“Savaşın doğasındandır” deyip geçilebilecek, ancak tarih yazımında oldukça önemli yer tutan bu gibi tespitler, sözkonusu olan simetrik değil de asimetrik bir savaşsa genellikle daha da zorlaşır ve çoğu zaman, tarih yazımından çok daha önemli, doğrudan politik boyutlar kazanan  “savaşı önce kim başlattı?” sorusu eşliğinde sürüp gider.

PKK ile Türkiye Cumhuriyeti arasında geçen yılın Temmuz ayında başlayan ve halen süren çatışmalar da öyle.

Muhtemelen, PKK tarafından bakıldığında başlangıç, 25 Temmuz günü TSK’nın Irak’taki PKK kamplarına başlattığı hava saldırısıdır. (Aslında işin Türkiye medyası tarafından da, savaşın asimetrik oluşundan kaynaklı bir tür “boşverme” sonucu, durum pek farklı olmayabilir.)

Devlet açısından bakıldığında ise savaş, TSK’nın hava saldırılarından üç gün önce, Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinde Feyyaz Yumuşak ve Okan Uçar adlı polis memurlarının, ortak evlerinde uyurken enselerinden susturuculu silahla vurulup şehit edilmeleriyle tetiklenmiştir.

Hatırlanacağı gibi saldırı PKK taktiklerinde pek rastlanmayan bir tarzda gerçekleşmiş; hedef olmak için polis memuru olmalarından başka bir özelliği olmayan iki genç, zorlanmadan açılan kapılarından girenlerce vurulmuş ve durum ancak işe gitmemeleriyle ortaya çıkmıştı.

Saldırı önce PKK sitelerince üstlenilmiş, ancak sonrasında KCK üzerinden yapılan açıklamalarla olaydaki PKK sorumluluğu ısrarla reddedilmişti.

Bugün Ceylanpınar cinayetlerinin, HDP/PKK cephesinin Çözüm Sürecini başından beri provoke ve sabote eden tavrından hareketle devleti tahrik için kurgulanmış bir FETÖ provokasyonu olabileceği yolunda ciddi kuşkular var (http://www.milliyet.com.tr/ceylanpinar-daki-polis-suikastleri-gundem-2289359/).

Kuşkusuz bu, “savaşı kim başlattı?” sorusunun yanıtını oldukça etkileyebilecek bir durum, ancak Ceylanpınar öncesindeki PKK/HDP provokasyonlarını unutturacak kadar da değil.

Demirtaş’ın 7 Haziran seçimlerine dek giderek sertleşen ve günümüzde de süren provokatif söylemi ile Ceylanpınar öncesindeki PKK eylemlerinin, özellikle de 6-8 Ekim 2014 olaylarının, sonra 2015 başlarındaki şantiye ve yol yapımı saldırılarının, bu arada KCK’nın burası bizim, giremezsiniz demeye getiren bir deklarasyonunun, Ceylanpınar “son damla”sının taşırdığı bardağı yeterince doldurduğu genel kabul göörüyor. Bu yaklaşım, ancak PKK’lılar ve Hasan Cemal tarzında düşünenler için geçerli değil.

 

Eleştiri yazımıza konu olan diğer T24 yazarı Metin Gürcan’ın bu noktayla ilgili bir yorumuna, en azından ben rastlayamadım.

Ancak, AK Parti Hükümetinin “Silahı  bırakın, sivil siyasete dönün. Artık savaşarak alacağınız bir hak kalmadı, çoğunu verdik ve diğerleri için de konuşulabilir” yollu çağrılarına sırtını dönen PKK’nın, Çözüm Süreci kalıcı barışa doğru ilerleyemesin ve süren gerilim sayesinde Türkiye Kürdistanından bize, Suriye Kürdistanından PYD’ye destek akmaya devam etsin” şeklinde özetlenebilecek stratejisini, Gürcan’ın hiçbir zaman analizlerine katmaya değer bulmadığını görebiliyoruz…

Hem “süreç” hem “savaş” açısından, bu önemli gerçeğin etkisinin iki yazarca da (muhtemelen farklı sebeplerle de olsa) gözden kaçırılması söz konusu.

Zamanında AK Parti’nin demokratikleşme hamlelerine verdikleri desteği unutarak, Gezi olayları sonrası çoğu tümüyle 90’larda yaşamaya ve eski baskıcı, antidemokratik devlet ve diktatör Erdoğan” ezberlerine dönen birçok aydın gibi Hasan Cemal de ısrarla, eleştirilerinin birazını bile PKK’ya yöneltmekten kaçınıyor.

Bu o kadar böyle ki, son günlerde yükselen PKK şiddeti karşısında Hasan Cemal’in yorumu şu olmakta:
“Erdoğan’ın toptan imha stratejisine karşı, PKK da kendi ‘savaş stratejisi’ni oluşturuyor ve uyguluyor.
Şu söylenebilir: PKK, savaşın Erdoğan için bir çıkmaz sokak olduğunu göstermek istiyor; bunun için daha çok savaş düğmesine basmaya hazırlanıyor ya da basıyor.”

Gürcan’ın ise eleştiri oklarını PKK’ya doğrultmamasında nisbeten anlaşılır bulunabilecek bir durum var. O eleştiri ve önerilerinde daha çok, içinden geldiği TSK’yı ve bağlantılı hükümet stratejilerini hedef alıyor. PKK’nın stratejisi ve işlediği savaş suçları, insan hakları ihlallerı, çoğu zaman “maksadını aşarak” uyguladığı aşırı şiddet gibi olgular onun ilgi alanının dışında kalıyor — veya ancak PKK’nın gücünü abartmak, onu “parlatmak” için kullanılıyor.

Hemen her zaman durduğu ve gidip gidip döndüğü yer aynı: PKK ile sadece askeri yöntemlerle başa çıkılamaz (bu imkansızdır) ve müzakere şarttır.
 

Elbette yüzde yüz itiraz edilebilir bir yaklaşım değil — ama tüm analizlerinde AK Parti’nin demokratikleşme, Kürtlere temel haklarını verme, Çözüm Sürecini başlatma gibi girişimlerini; madalyonun diğer yüzünde ise b ütün bu olumlu adımlara rağmen PKK’nın tümüyle sınırdışı emellerle müzakereyi imkânsız hale getirdiği gerçeğini görmezden geldiğiş için, çok problemli bir hal alıyor.

Ki Metin Gürcan tam da bunu yapıyor; stratejik düzeyde neredeyse asla yenilmez (tasfiye veya imha edilemez) bir PKK algısı oluşturup, askeri yöntemlerin yetersizliğinden bahisle müzakereyi tavsiye ediyor; bütün yaptığı bundan ibaret kalıyor.

Bu yüzden de, örneğin “Türkiye’nin en zor havuz problemi” yazısında, oluşturduğu havuzlardan biri olan “PKK’lı” havuzunun sayısal değerlerini bulmak için başvurduğu kısıtlı veri arasından bağıran bir olguyu kolayca ıskalıyor.

“Ne yazık ki araştırmama rağmen açık kaynaklarda 1984’den bu yana geçen 36 yıl içinde PKK üyeliğinden hüküm giymiş kişilerin toplam sayısına ulaşamadım. Ancak 2000’lerin başlarına kadar 20-30 binli rakamlar, 2000’lerden sonra ise 10 binli rakamlar, 2005’lere kadar 7-8 binli rakamlar, 2010’lardan sonra ise 5-6 binli rakamlar cezaevlerinde hükümlü olarak bulunan PKK’lıların mevcutları. Hal böyle olunca son 36 yılda ‘PKK terör örgütü üyeliği’ suçu ile hüküm giymiş kişilerin sayısının 50-70 bin arasında olduğunu söylemek mümkün” diyor.

Neden, verdiği bu sayıların AK Parti’nin iktidara geldiği yıllar boyunca sürekli düştüğünü göremiyor?
Neden, öne sürdüğü bu verinin, savaşı değil müzakereyi öncelemiş, PKK ile mücadelede çözümün, önce Kürt halkı üzerindeki baskıyı kaldırmak ve hakları teslim etmek olduğunu anlamış bir siyasal iktidarın çabalarının bir göstergesi olduğunu gözden kaçırıyor?

 

Ve Metin Gürcan şu gerçeğin farkında olmayabilir mi: “Sizinle konuşmayı değil savaşmayı seçmiş bir örgütle müzakere çabası boşunadır.”

İki yazar da hükümetin şiddet yoluyla PKK üzerinde oluşturduğu baskının (Metin Gürcan uzun dolayımlarla, Hasan Cemal 90’lar halusinasyonlarıyla) sahada silah taşıyan tüm PKK’lıların yanısıra aileleri ve yakın çevrelerini de hedef aldığı iddiasında.

Metin Gürcan “tasfiye” diyor ve havuzlarına milyonlar koyup “nasıl olacak?” diye soruyor. Hasan Cemal “imha” diyor ve işkenceleri, köy boşaltmaları, tutuklamaları, katliamları, parti kapatmaları, vekil tutuklamaları içeren sürreel bir kâbusu pazarlıyor.

Birincisi, ısrar ettiği noktadan — koşullardaki değişimi farkedemiyerek — ayrılamadığı için yanlış hesap yapıyor.

İkincisi ise, (sanırım bunun başka bir ifade yolu yok) önemli bir kısmını PKK propaganda makinasının ürettiği ve kendisininkilere paralel yalanlara inanıyor.

Metin Gürcan’a tekrar dönmek üzere Hasan Cemal üzerinde yoğunlaşırsak, Cemal’in yaptığı, aslında PKK’nın algı oluşturma stratejisinin bir devamı; onun paralelinde ilerleyerek “Kürtler üzerine demir pençesini koymuş kıyıcı bir devlet ile onun JİTEM’inin yerini almış ‘cihatçılar’ı var ve hep birlikte bir Kürt katliamı sürdürmekteler” iddiasını tekrarlayıp duruyor.

Bu sayede, ülkenin başşehrinde sivilleri hedef alan intihar saldırıları, silahsız karşı taraf siyasilerine suikastler, kendini destekleyen insanların yaşadığı bölgelerde onlarca kişinin parçalanmasına sebep olan bombalı kamyonları patlatmak bile meşru olabiliyor PKK için.

Böylece örgüt, asıl niyetini gizleyip sürdürdüğü savaşı meşrulaştırmak adına, burada etraflıca irdelenmesine gerek görmediğim bir yalanlar silsilesi üretip yayıyor ki, gündemdeki Hurşit Külter olayı bunun en karmaşık örneklerinden (bkz Cengiz Alğan ve Yıldıray Oğur’un bu sitedeki yazıları; https://www.serbestiyet.com/yazarlar/cengiz-algan/halklarin-demokratik-tiyatrosu-725114 ve https://www.serbestiyet.com/yazarlar/yildiray-ogur/rezil-olan-hursit-kulter-mi-726143).

Ve ne yazık ki Hasan Cemal de bu yalanlar silsilesinin, birkaç nüansla, onaylayıcı ve yayıcılarından biri olmaktan bir adım öteye gidemiyor.

Tam da bu yüzden ve tıpkı benzerleri gibi, yaptığı barış çağrıları bir samimiyetsizlik sisinde yitip gidiyor ve ne yazık ki bu, hem onun ve hem de benzerlerinin çok da umurundaymış gibi gözükmüyor.

Şimdi gelelim, iki yazarın da küçük nüanslarla birleştiği “PKK’nın tasfiyesi/imhası” meselesine.

Haklılar.

Elbette böyle bir şey mümkün değil ve eğer gerçekten 90’larda yaşamıyorsanız buna inanmanız da mümkün değil.

Savaş, devletin müzakere yolunun çıkmaz olduğunu gördüğü noktada, kararlılıkla sürdürdüğü bir baskı aracından ibaret. Zaman zaman o cepheden nadir de olsa sesi gelen “imha” kavramı da aslında bu sınırlar içinde geçerli.

Yoksa, hepsi Türkiye ile komşu dört ülkeye dağılmış onbinlerce PKK savaşçısının, hem de aileleriyle birlikte öldürülmeleri veya hapse tıkılmaları söz konusu değil.

Herkesin bildiği gerçek ortada; PKK ve HDP politikalarına kitle desteği, belki de hiç olmadığı kadar düşük seviyelerde — ama bu, söz konusu kitle desteğinin tümüyle yitirildiği anlamına gelmiyor.

Sadece Türkiye sınırları içinde bile, ne olursa olsun bir çelik çekirdek herşeye rağmen varolmaya devam edecek — ve savaş da onların seçimiydi zaten.
 

Bundan vaz geçirilmelerinin, üzerlerinde kararlı bir baskı kurmaktan başka bir yolu yok, çünkü böyle başka bir yol bırakmadılar.

Ama seçenekleri bulunuyor.

Suriye’de bir hakimiyet alanı için Türkiye’de Çözüm Sürecini yakmaları, on bine yakın insanın canını ve Türkiye Kürtlerinin desteğini yitirmelerine maloldu.

Ama kazançları da var. Suriye’deki statükolarını sağlamlaştırdılar. Muhtemelen sınırın Türkiye tarafında hiçbir zaman elde edemeyecekleri bir avantaja kavuştular. Nitekim şimdi, Hasan Cemal’in “imha”, Metin Gürcan’ın “tasfiye” dediği süreçle aslında oraya yoğunlaşmaya (çekilmeye) zorlanıyorlar.

Bir önceki yazımda, Gürcan “Avrupa, İran, Suriye ve Irak’ı da en alttaki iki havuzu, yani ‘PKK milisi’ ve ‘PKK’lı’ havuzlarını muhtemelen besleyecek ayrı bir havuz olarak kabul ediyor (ve temel hatâsını da burada yapıyor), ama bu konuya daha sonra değineceğim” dediğim yer burasıydı.

Gürcan, Avrupa’yla birlikte Türkiye’nin sınır komşusu olan ve PKK varlığını bulunduran ülkeleri, Türkiye’deki “PKK’lı” havuzunu besleyecek odaklar olarak düşünüyor. Oysa aksine. PKK varlığının bulunduğu tüm o ülkeler, elbette ve asıl olarak Suriye, Gürcan’ın sandığının tersine, besleme değil bir tahliye musluğu olarak iş görüyor.

Bugünlerde TSK operasyonları PKK’nın Türkiye sınırları içinde kışlamasını olanaksız kılmak üzerine planlanıyor ve bir taraftan da (Suriye’de IŞİD ile savaşarak statüko sağlamlaştırma adına) PKK’nın YPG’ye Türkiye’den eleman transfer ettiği bilgisi yaygınlık kazanıyor.

Eğer TSK günün sonunda, yani kış dağlara geçişi imkansızlaştırdığında, istediği engellemeyi başarabilirse, önümüzdeki bahara PKK’nın Türkiye’deeylem yeteneği iyice zayıflamış olarak girilecek.
 

Türkiye’nin Hasan Cemal’in kâbuslarındaki 90’lar Türkiyesi olma ihtimali bulunmadığına ve uluslararası düzeyde Türkiye, PKK’nın vekâlet (proxy) savaşını “kaynağından engelleme” çabalarını sürdürürken örgütün enerjisi de Suriye’ye çekildiğine göre, o zaman olan “PKK’nın Türkiye’den tasfiyesi”nden başka ne anlama geliyor?

Tekrar hatırlatılması gereken, daha önceki birçok yazımda da değindiğim bir nokta.

Türkiye özellikle ABD’nin PYD’ye desteğine itiraz konusunda ısrarlı ve yüksek sesle PKK=PYD argümanını dillendiriyor — ama neredeyse, PYD ile “Fırat’ın batısına geçmeyeceksin – kantonları birleştirmeyeceksin”den başka bir derdi de varmış gibi görünmüyor.

Açık; çoktandır PKK’nın silâhlı varlığına bu ülkede yer de yok ve zaten gerek de yok.
 

Durum artık katlanılabilirlik noktasını da çoktan aştı.

 

Sonuçta, Metin Gürcan’ın “tasfiye” ve Hasan Cemal’in “imha” dedikleri, “silâh bırakıp, yasal çerçevede sivil siyasete dön, silâhlı güçlerini benden uzakta tut” demenin, savaş diliyle söylenmesinden başka bir şey olmuyor.

 

 

 

- Advertisment -