Ana SayfaYazarlarHrant’ın Anlamı: Bireyin İpliği

Hrant’ın Anlamı: Bireyin İpliği

 

Hrant’ın verdiği sır duruyor hala elimizde: ışık Doğuda, marifet Kardeşliktedir.

 

Kilit terimlerimiz Doğu ve Kardeş, Batı ve Birey. Daha iyi bildiğimiz, iki yüzyıla yakın bir süredir kendimize varmak için dolaşıp durduğumuz Batı’dan devam edeceğiz. Kardeşe ulaşmak için Bireyi kat edeceğiz.

 

Özgürlük, Birey, Öteki, Sorumluluk gibi birbirleriyle zaten ünsiyet ilişkisine sahip kavram ve kategoriler zaman içinde sayısız kök, patika, köprü, tünel, havai hat ve otoyolla bağlanmış, belli yönelimleri, belli idame biçimleri, belli mantık ve geometrileri olan konglomeralar halinde yapılaştığında (istikrarlı bir yapı kazandığında), uzaktan anlam ufkuna vuran bu siluete örneğin Batı Aklı, tarih-zaman ufkuna vuran siluete ise örneğin Batı Uygarlığı deriz.

 

Skalayı bir ölçek daha yukarı çektiğimizde, örneğin yeryüzüne Batıdan yayılan modern topluma ayırt edici siluetini, rengini, münhasır varoluş ve yaratış tarzını veren, toplumsal-zamanda belli bir Özgürlük ve belli bir Eşitlik/Hak idesiyle icat ve imal edilmiş belli bir Bireydir. Diğer bir deyişle anlam küresinde, bugün modern (veya post-modern, her neyse) dünyada yaşadığımız tüm temel sorunları bu Bireye irca edebiliriz.

 

O yüzden Bireyi oluşturan dip akıntılar, girdaplar ve çekim kuvvetleri Birey(lik)-Kardeş(lik) ikilemi bakımından açıklayıcı olabileceği gibi şu gariban Kardeşlik kategorisine nüfuz etmek istediğimizde de yararlı olabilecek bir model sunabilir.

 

İlahiden, Gelenekten arınmış, Evveli olmayan Birey

 

Tanrının dertsiz tasasız cennetinde kalmayı becerememiş, yolunu şaşırmış, dünyaya atılmış insan, Yaratan karşısında suçlu, borçlu, aciz, boynu eğik insan, iradesi de bilgisi de görgüsü de sınırlı, eksik, kusurlu insan, yoldan çıkmaya ve günaha teşne insan…

 

İşte bu zaaf yumağı insan modern zamanda başına bir Özgürlük tacı geçirerek Birey tahtına kurulurken, tüm bu olumsuz zaaf ve hasletlerinden de soyunmuş gibidir. Öyle ki, o zamana kadar kendi aciz varlığının, toplumsalın ve kıt aklıyla tasavvur edebildiği dünya ve alemlerin üstünde ve ötesinde bir İlahi aleme, Yaratana atfettiği kudret, hikmet/bilme ve yaratma gücünü yeryüzüne/toplumsala indirmiş; sonra bununla da yetinmeyerek hepsini gururla kendi üzerine almış; hatta o zamana dek bir başına hiç gibi görülen müstakil tek bir Bireyin bedeninde gizli, adına ruh, zihin, iç dünya denilen, sadece ve sadece ona ait bir kara/karanlık kutuya yüklemişti.

 

Burada kritik hamle irade, bilgi ve yaratışın fazla oyalanmadan ve Toplumsala fazla şey bırakmadan adeta el çabukluğuyla Bireye aktarılmış olmasıdır. Oysa bu üç haslet de örneğin Toplumsala atfedilebilir ve insan tekleri onun cüzi ama vazgeçilmez uğrakları olarak düşünülebilirmiş. Diğer bir deyişle Özgürlük idesi illa da böyle tecelli etmek zorunda değilmiş. Yani Birey bildiğimiz mutat tarihte Tanrının, Geleneğin “vesayetinden” kurtulmuş, onlara hiçbir ihtiyacı/borcu olmayan, yeryüzündeki bir yarı-Tanrı olarak tasavvur/realize edilmeyebilirmiş (çevremizde, İslam felsefesinde, farklı kültürlerde bunun değişik örneklerini bulabiliyoruz).

 

Neyse, olmadı.

 

Birey artık kudret sahibiydi, kendi özgür iradesiyle kaderini çizebiliyordu; kendi aklı ve duyuları dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymadan bilgiye ulaşabiliyor, tabiatın, tabiattaki hikmetin sırrına vakıf olabiliyordu; ve dahası ve en ürkütücüsü, kendi yaratıcı güçleri (ruhu, iç alemi, aklı) ve elleriyle yoktan var edebiliyordu.

 

Dünya, toplumsal ve hayat üzerinde kalubeladan beri birikmiş ilahi, kutsal ve sırlı tabakalar kat kat soyulup atılmış ve Özgür Birey yarı-tanrı bir Özne olarak artık gitgide daha soğuk, ruhsuz ve maddi ve bu Özne karşısında gitgide daha çaresiz, edilgen bir dünya ve toplumsalla (Nesne) baş başa kalmıştı.

 

Tanrının elinden sadece ölümsüzlüğü alamamış bu Özne Bireyin kolayca Nesne konumuna indirgediği doğayla yetinmesi, doğanın mahremiyetini ifşa etmekle, onu kontrol ve hüküm altına almakla yetinmesi zor görünüyordu. Çok beklemeden son, ölümcül adım da geldi. Toplumu da bir Nesne konumuna indirgeyerek, bilgi ve akılla düzeltmeye, kötülüklerinden arındırmaya ve hatta bir metastazla, doğru, temiz ilkeler/genler/temeller üzerinde sil baştan yeniden kurmaya (ari ırk, ari insan, ari toplum, devrim!) geçti. Her türü, her cinsi mevcuttu: Ütopist, anarşist, milliyetçi, sosyalist hareketler kadar Güney Afrika, Kuzey Amerika veya Kıta Avrupa’sı türü ırkçı/faşist hareketler…

 

Bugün nimetleri bol bir bilim ağacının gölgesinde yaşıyoruz, birçok şey kulağımıza fazlasıyla olağan geliyor. Fakat dine/geleneğe dayalı kadim Toplumsalın dünyasına bizzat tanık olmuş (ve yer yer hala olmakta olan) insanlar için Doğaya hakimiyet iştahının metastazla Toplumsala sirayet edişindeki hız ve rahatlık, salt bu hız ve rahatlık bile modern Özgür Bireyin itki ve ipliğini pazara çıkarmaya yetmiş olmalıdır.

 

Modern zamanın ruhu, bilim, din, felsefe ve sanattaki büyük çalkantı ve sıçramalar, “kıtlıktan çıkmış” insanın Özgürlükle kamçılanmış modern hayallerine, ihtiyaçlarına cevap verebilen teknolojik yenilikler, yeni beliren dünya sistemi içindeki sömürgeci rekabet, savaşlar… Tüm bunlar bugünkü Bireyin şekillenmesinde etkili olmuş (ona yol/yön vermiş, onu beslemiş, şekillendirmiş) olmalıdır.

 

Yine yeryüzünde ama bu sefer kendi seküler dokunulmazlığımızlaydık ve bu dokunulmazlığın çevresine de merkezine de Özgür Birey yerleşmişti. Çatışma kaçınılmazdı. Sonuçta Evvel zamana ait, dünya ötesi, akıl sır ermez, sual olunamaz semavi düzen kadar bu ilahiden, gelenekten neşet eden dünyevi düzen de altüst oldu. Derinden derine dinlere/geleneğe, yani hep Evvele, hep daha önceye, hep bizden önce gelene gömülü, insan soyunun kaderine (isterseniz ontolojik dokusuna deyin) karışmış, Toplumsal dediğimiz varlığı besleyen dip suları, destek ve bağ dokular (Kardeşlik!) zayıfladı, sakatlandı. Ve artık modern seküler, rasyonel düzenleme, Yasa, Hukuk ve Kurumla tutturulan bir Toplumsalın kıyılarında veya Özel denilen (kamusalda görünme hakkı olmayan) kuytuluklarda ölüme terkedildi.

 

Günün sonunda Doğu’da belki o kadar değil ama Batı’da büyük ölçüde hakimiyet kazanacak modern durumdu bu.

 

Bugün Batılılaşma diye andığımız o Birey(lik) dalgasının tüm boylarda (nihilist, liberal, anarşist, sosyalist, sosyal demokrat, komünist, devrimci, reformcu, vb.) dev bir kütle halinde Rusya Ana’ya çarptığı 19. yüzyılın tam göbeğinde yaşayan Dostoyevski bu “hiçbir kitaba söz vermemiş” yeni Birey karşısında dehşete düşer (Ecinniler başta olmak üzere hemen tüm eserlerinde: İnsancıklar, Öteki, Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, vb). Din, Gelenek, Sevgi, Kardeşlik, Merhamet, Tanrı Korkusu ve İlahi Adaletin kapısına kilit vurulduğunda, Özgürlük Eşitlik Devrim nidalarıyla açılan yeni kapının bir cehennem kapısı olabileceğini hissetmişti.

 

Hükmüne boyun eğilecek, merhametine sığınılacak, af dilenecek, hikmetinden ve iyiliğinden sual edilemeyecek bir Tanrı kalmadığında Ahlak ve İyi de yegâne/ezeli dayanağını kaybetmiş, yani Bireyin Ahlaksız, İyisiz ve kuralsız yolu ardına kadar açılmış olmuyor muydu?

 

Sıradan insanın ruhundaki Kardeşlik arzusunu, Kardeşe Merhameti parçaladığınızda, yeni yarı-Tanrı Bireyin acil Özgürlük Eşitlik Adalet arayışını sınırsız bir kibir (alçak dağları ben yarattım!), bencillik ve şiddetten ne alıkoyabilirdi?

 

Birey yeryüzünde Tanrıyı tasfiye edip kibirle onun tahtına kurulduğunda artık ona bütün yollar meşru ve mubah olmaz mıydı?

 

(Sonraki tarih onun bu sezgilerinde çok da yanılmadığını, Özgürlük ve Eşitlik bayraklarıyla girişilen her zaman acil, ari ve steril bir toplum kurma mücadelelerinin sınırsız bir despotizm ve şiddetle buluştuklarını gösterecektir.)

 

Toplumsaldan arınmış, çıkmış Birey

 

Şöyle ya da böyle, Bireyin ayakları toprağa basmıştı. Yeryüzündeydi. Ve başta ana yakıt ikmal istasyonu olan iktisat alanı olmak üzere çok farklı yönlerden farklı seküler basınç, akım ve kuvvetlerin etkisi altındaydı.

 

Her şeyden önce bu Birey kendine yeterli bir varlıktı: irade, akıl ve yoktan yaratma gücü vardı. Bir prototip olarak şekillendiği ihtiyaçların üretim (zorunluluk) alanı da dahil olmak üzere Birey kendine yeterliydi, çünkü bir eksiği varsa, gidip Alıyor (köle, kadın, hammadde, emek, altın, hırsız, göl, çocuk, barut, hizmetçi, katil, ne lazımsa) ve yetiriyordu eksiğini. Yüzyıllar süren ilkel birikim dönemi (devlet ve uluslardan önce) bu korkunç Bireyin korkunç hikayeleriyle doludur.

 

Artık Bireyin bir Kardeş olmadığı belli olmuştu, çünkü içine Almak diye hiç dolmayan bir boşluk yerleşmişti, oysa Hrant’ın, yani Kardeşin içinde hiç boşalmayan bir Vermek vardı.

 

Kendine yeterlik, örneğin bir başkasına, toplumsala ihtiyacı olmamayı ima ediyordu, Hakka, Hukuka, Adalete ihtiyacı olmamayı. Bu bağlamda Özgürlük ve Yeterlik koltuğuna yerleştikçe Bireyin, daha kolay daha fazla Almak için adeta sürtünmesiz (Hak Hukuksuz) ve yerçekimsiz (Toplumsuz) bir uzay peşinde olduğunu söyleyebiliriz. (Tabi diğer tarafta bu Özgürlük fantazmasına karşı sürtünme kuvveti olarak Hakkın/Adaletin, yer çekimi kuvveti olarak Kardeşliğin ve hepsinin yeryüzü olarak da Toplumsalın kendi işini yaptığını, ona ters yönde, dinmeyen bir basınç uyguladığını da hiç unutmadan.)

 

Beşikten mezara kadar toplumsalın memesinden kesilemeyen bir canlı için bu o kadar imkânsız bir şeydir ki Birey, el mecbur, hem hiç kimsenin olmadığı bir yalnızlık, hem de hiç kimsenin olmadığı bir toplum olmak zorunda kalır, kendini öyle tahayyül eder. Ve tüm tarihi boyunca bu yaman, trajik çelişkiyi dışa vurur.

 

İnsan, Birey suretinde Toplumsaldan çıkmış bir diş gibi sallanır (ve ancak çıkık bir uzuv kadar Toplumsalın organik bir parçası olarak görülebilir), bu bir. Fakat bu çıkık Birey yeterince Toplumsaldan beslenemez (gereğince sosyo-oksijen alamaz), Toplumsala ters yönde işleyen kuvvetlerin etkisi altında iş görür ve giderek Toplumsal için bir tehdit oluşturur (ve bu “kangrenli” haliyle Toplumsalın organik bir parçası olmaktan da çıkmıştır artık), bu da iki.

 

Hangi sebeple olursa olsun Toplumsalın dışına atılan, düşen veya çıkan, kendisi için de Toplumsal için de tehlikelidir. Köyün delisi cemaatin içinde tutulmalıdır/tutulur, inzivaya çekilen er geç Toplumsala dönmelidir, bedensel olarak dönemese bile (dönemeyenler olduğunu biliyoruz) o bedenden tüten bir anlam olarak er geç evine (cemaate, meclise) dönmelidir, yoksa hiçbir yere dönemez, kendisi dahil.

 

Öyleyse Bireyin kaderi kendi yarattığı bir yalnızlık ve yeterlik denizinde çırpına çırpına sürekli açığa sürüklenmektir. Ama dönüp arkasına baktığı her seferinde Toplumsalın kıyıda dizlerini döverek onu çağırdığını da görür, göremiyorsa (İçim ürpertiyle dolar, nerdesin!) sonu korkunçtur.

 

Ünlü Robinson Crusoe anlatısı bu açmazın etrafından dolaşacak “doğal” bir cevap geliştirmeye çalışır. Crusoe bir İngiliz Bireyi olarak uzak diyarlarda kendi kaderini çizerken kazara Toplumsaldan ayrılır (çıkar), kendisinden başka kimsenin olmadığı bir ıssızlığa (yalnızlık adası) düşer. Ama gam yok, kendine yeterlidir toplumsala ihtiyacı yoktur. Zaten çalışıp didinerek tek başına sıfırdan yeni bir toplum kuracaktır.

 

Bu anlatıda (belli bir matematiksel yoruma göre) çizginin noktalardan oluşması gibi toplum da bireylerden oluşur. Toplumsalın kurucu elemanı, en küçük yapıtaşı Bireydir ve Bireyle Toplum arasında bir kontinyum vardır (bir kesinti, boşluk, parantez söz konusu değildir). Elimizi kolumuzu sallayarak her türlü Bireyden Toplumsala, her türlü Toplumsaldan da Bireye ulaşırız. Birey bir şekilde Toplumsaldan çıkarsa, paniğe gerek yok, düştüğü toprakta tohum gibi yeşerip Toplum haline gelecektir ya da çok lazımsa, istendiği zaman sorunsuz bir şekilde tekrar yerine (Toplumsala) oturtulabilir. Crusoe ıssız adasından kurtarılınca dönüp İngiliz toplumunda kaldığı yerden yaşamaya devam edecektir.

 

Bu, modern, Batıda icat edilmiş Bireyi (kendine yeterli, topluma ihtiyaç duymayan, Özgür ve Hak sahibi Bireyi) doğal bir başlangıç ve varış noktası haline getirme, evrenselleştirme, mümkün olduğunca kendini yıpratmadan durumu rasyonalize etme, gerekçelendirme, mümkünse gerçeğe tevil etme girişimidir. Bireyin gözünden, işine gelen bir Toplumsal tarifi.

 

Dahası, Crusoe’nun ıssızlığında başka özgür Bireyler (Vahşiler veya Cuma gibi Ötekiler vardır ama bunlar Birey kabul edilmez, buna ileride ayrıca değineceğiz) bulunmadığı için Birey-Birey ilişkisinin nasıl sonuçlar doğuracağını bilmiyoruz. Bunun için gerçek topluma, her biri kendi ıssız adasında yaşayan, tek üyeli o tuhaf toplumlarını korumak için çırpınan gerçek Crusoe’lere gitmek zorundayız.

 

[[Tam buraya, şu an ne anlama geldiğini tam bilmediğim kısa bir Mutlak Yalnızlık parantezi açıyorum.

 

Bir hücrede fiziksel olarak ve kayıtsız şartsız izole edilmiş Bireyin üzerindeki bütün sıfatları, ihtiyaçları, zaruretleri kat kat soysak, İrade Sahibi, Özgür ve Kendine Yeterli olmasını icap ettiren her şeyden arındırsak, diş tırnak deri gibi her türlü gereksiz maddenin yükünden kurtarsak, geriye kalan Mutlak Yalnızlıktan bir şey aynı mutlaklıkta sızmaya, tütmeye, taşmaya devam eder: Anlam.  

 

O, yani Anlam, insanı mütemadiyen Yalnızlıktan Toplumsala bağlayan yegâne, zorunlu, indirgenemez ve önlenemez varlık yoludur. O, bir hayat olarak, bir geçmiş bir şimdi bir gelecek olarak Bireyi aynı anda Kendine ve Kardeşine bağlayan (ve tam da bu nedenle onu Birey olmaktan çıkaran) yegâne ve sakınılamaz varlık yoludur. (Doğrusu, ana hatlarıyla büyük, sahih yaratıcılarda/sanatçılarda gözlediğimiz sıradan haldir bu.) Vaki olmuş kadar vaki olabileceğin de içinde cereyan ettiği bir gayri-madde olarak Anlam tepeden tırnağa, en küçük zerresine kadar Evvele, Toplumsala ve illa ki Kardeşe aittir. O yüzden Bireyin başlangıcı ve bitişi kendisi değildir. Yalnızlık da Yeterlik de sadece Allah’a mahsustur.]]

 

Bu trajik açmaz modernliğin kendi eseriydi. Birey, şimdi anlıyoruz ki kendisini bu kadar uzakta, Toplumsalın “vesayetinden” kurtulmuş, ona hiçbir ihtiyacı/borcu olmayan bir arke-toplum olarak tasavvur/realize etmeyebilirmiş.

 

Ama olmadı.

 

Not: Birinci yolun sonuna yine gelemedik, nasipse sonraki yazıya.

 

- Advertisment -