Ana SayfaYazarlarErdoğan’ın anlamı

Erdoğan’ın anlamı

 

Erdoğan bugün demokratik siyaset, sohbet ve hayalet alanının merkez figürü. Herhangi bir sohbette onu konuşmaktan memleketin haline sıra gelmiyor. Bütün yollar, öfke nöbetleri, delirme seansları ona çıkıyor. Ölmesi için beddua turları düzenleniyor, cinler, ruhlar, hayaletler imdada çağırılıyor, kara büyüler yapılıyor. Ne kadar kaba, sefil, gözü dönmüş, görgüsüz, otokrat, despot, diktatör, faşist olduğunu ispatlamak için teori üzerine teori seferleri düzenleniyor. Ağzı olan herkes analiz başında; amatör veya profesyonel, iddialı veya iddiasız sosyolog, psikolog, siyasi analist, köşe yazarı, yorumcu ve entelektüel her gün yeni bir gayretle birbirinden “şık” yeni bir sıfat, tanım buluyor ona. Fısıltı gazeteleri de onsuz olmuyor, Erdoğan bir gün kanser, üç gün ömrü kalmış, bir gün ülkeden kaçıyor, bir gün zehirlenmiş, bir gün ipe çekiliyor, hepsi birbirinden “naif” binbir temenni ve masal dolaşıyor ortalarda.

 

Dahası bunun bir türlü sonu gelmiyor, ister yerli ister yabancı olsun, tüm bu lanet turu operatörleri, hırslı, gözünü karartmış torbacılar, darbe değnekçileri, seans organizatörleri, entelektüel cadılar ve fısıltı firmaları bir türlü rahatlayamıyor.

 

Evet, önümüzdeki tablonun çarpıcı özelliklerinden ilki bu: Bir türlü sonu gelmiyor ve gelecek gibi de görünmüyor. AK Parti ve Erdoğan’ın gidici olmadığının kesinkes anlaşıldığı 2009-10’lardan itibaren kaç kez “hah, artık makule döneceğiz”, sonuçta bu ülkede yaşayan insanların yarısını temsil eden meşru bir parti ve liderinden bahsediyoruz, tabii ki er geç normale dönülecekti hissine kapıldık. Her seferinde yanıldık.

 

İkincisi, lanetleme türü başlangıçta tipik Kemalist, modernist, sosyalist zihniyet ve önyargılardan kaynaklanan genel olarak dinden ve İslam’dan haz etmeme hali şeklinde, açık ve sert ya da rafine ve utangaç bir İslamofobi şeklinde tezahür ediyordu (örneğin bu dönemde daha yaygın kullanılan lanetleme terimleri “dinci”, “gerici”, “şeriatçı”, Humeyni, İran gibi terimlerdi), ama süreç bu uğrakta fazla oyalanmadı, hızla ilerledi ve kısa bir AKePe döneminden sonra lanet fırtınasının gözüne, değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir şekilde Tayyip Erdoğan oturtuldu.

 

Hatta, zaman içinde din ve AK parti algısı bile normalleşti (tabii ki bir dereceye kadar), ama Erdoğan nefreti zırnık eksilmediği gibi tavan üstüne tavan yapmaya devam etti, ediyor. Artık dinci, gerici, şeriatçı, Humeyni, İran gibi lanet terimleri büyük ölçüde tedavülden kalkmış, yerlerini, sosyolojik, psikolojik, politik analiz adı altında, bütün sınırların aşıldığı, asgari hakkaniyet ölçülerinin bile umursanmadığı, konjonktüre uygun bin bir türlü hakaret, küfür, aşağılama almıştı.

 

Üçüncüsü, lanet cephesi saflarını git gide sıklaştırdı, konjonktüre uygun yeni teçhizat, hendek ve silahlarla sürekli tahkimat ve kararlılığını artırdı, gri bölgeleri, arada kalanları, tereddüt gösterenleri, bir dönem her iki kesimle de konuşabilen özgürlükçü, sol, sosyalist veya liberal aydınları bir bir yuttu ve sonunda mantıksal sınırlarına ulaşarak Erdoğan nefretiyle zehirlenmiş tek bir blok haline geldi.

 

Ülkenin fikri, entelektüel, sanatsal ve siyasal hayatını uzun yıllardır elinde bulunduran yazarçizer, sanatçı, akademik, entelektüel, gazeteci, siyasetçi, asker, sendikacı veya bürokrat çevre, grup, mahfil, zümre ve katmanlar arasındaki farklılıklar (daha dün birbirlerinin gözünü oymaları için yeterli gördükleri görüş ve tutum farklılıkları) tümüyle bir teferruattı artık. 

 

Evet çok tartışıldı biliyorum ama bir kere daha soralım diyorum ben, önce genel bir soru: Neye yormalıyız bütün bunları? Sonra bu yazının yazılmasına sebep teşkil eden daha özel bir soru: Niçin özellikle Erdoğan?

 

İlk sorunun cevabını az çok biliyoruz (dediğim gibi gerçekten çokça tartışıldı) : Çünkü AK Parti ve Erdoğan’ın iktidara geldiklerinde bir şeriat düzeni kurmaları gerekiyordu. Çünkü silahlı ve silahsız efendileri laik hakim bloğu yıllar yılı bu paranoya çevresinde alert halde bir arada tutmuş, gerektiğinde bu fos paranoya ile sersemletmiş veya mobilize etmişlerdi. Ama onlar (AK Parti ve Erdoğan) Avrupa Birliği çıpasına da bağlanarak demokratik bir düzen kurmaya giriştiler. Hakim blok için ilk ve büyük şok buydu.

 

Bu girişim kısa sürede, 80 yıldır cumhuriyet diye yutturulan rejimin bir Apertheid rejimi olduğunu tevil götürmez bir şekilde faş etti. Evet bu rejim çağdaş, modern, laik, batılı olmayı kafasına koymuş, azınlık beyaz sınıfın, muhafazakar, gerici, dindar, bir türlü batılı olmak istemeyen Müslüman ve çoğunluk bir siyah sınıfa tahakküm ettiği, birincilerin ikincileri adam yerine koymadığı, her sarsıntıda yeni bir darbe, katliam ve şiddet rutiniyle yeniden tahkim edilen ve hiç sonu gelmeyecekmiş gibi görünen bir Apertheid rejimiydi.

 

Beyazlar ayrıcalıklıydı, itibarlıydı, rakipsizdi, kültürün, sanatın, akademinin, siyasetin, medyanın, devletin, bürokrasinin, ekonominin, vb., tüm köşe başlarını tutmuştu ve bütün bunları sadece beyaz oldukları için doğal ve ebedi bir hak olarak görüyordu. İşte rejimin bu yapısı dımdızlak ortaya çıkmış, siyahlar uyanmıştı. Laik beyaz hakim blok için tam bir kabustu bu.

 

Dahası, AK Parti ve Erdoğan’ın siyahları siyasete, kamu alanına ve iktidara taşımak için yaptığı her hamle, onları adam yerine koyan, temel hak ve hürriyetlerle buluşturan ve giderek ülkenin beyazlarına eşit yurttaşlar haline getiren her girişimi, beyaz seküler cemaat için bir iktidar, itibar ve ayrıcalık kaybıydı. Rejim demokratikleştikçe, demokratik siyaset alanı genişledikçe eski Apertheid dönemindeki siyasi, kültürel, iktisadi, vb., bütün ayrıcalıklarını bir bir kaybettiklerini ve daha da kaybedeceklerini dehşet içinde gördüler.

 

“Haklı olarak”, tuttukları köşe başlarından ellerine ne geçerse AK Parti ve Erdoğan’ın üstüne fırlatmaya başladılar. (Örneğin Gezi’nin müteharrik gücü, muhafazakâr siyahlarla eşit hale gelmek istemeyen bu modern, soylu beyazların sınıf içgüdüsüydü.)

 

Bunların, yukarıdaki genel sorumuza (biraz şematik olsa da) iyi kötü bir cevap teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Ayrıca özel sorumuz (Niçin özellikle Erdoğan?) açısından da epeyce açıklayıcı bir değer taşıyor. Ama “evet, tam da bu” deyip konuyu kapatabilecek durumda da değiliz, sanki bir şey hâlâ eksik. Öyleyse sorumuzu bir kere daha tekrarlayalım: Niçin özellikle, hınçla, döne döne, ölümüne Erdoğan?

 

Önce elimizdekilere bakalım. Erdoğan bizden biri, biz, yani halktan biri (Mahcupyan, babama benziyor diyordu). Ve öyle davranıyor, öyle siyaset yapıyor. Mesela kısa süreli Davutoğlu deneyinden sonra Binali Yıldırım’a dönüş sebebinin de bu konuyla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Davutoğlu iyi bir entelektüel, kendine göre hasletleri olan düzgün bir adam olabilir. Hani, (rivayet edilir ki) iktisat kuramcıları piyasada, ticarette pek başarılı olamaz. Onun gibi Davutoğlu’nun da siyasette, daha doğrusu Erdoğan tarzı siyasette başarılı olamadığı söylenebilir (bu o ve benzeri akademisyenlerin faydalı olmayacakları anlamına gelmez). En azından biz Erdoğan’ın yeni seçimini (Binali Yıldırım) bir süre izledikten sonra, onun kısa sürede verdiği ağır sınavları, performansını ve (en önemlisi) siyaset tarzını gördüğümüzde bunu daha iyi anlayabiliyoruz. Yıldırım çok daha fazla Erdoğan’a benziyor ve o da bizden biri. Erdoğan tarzı (şimdilik buna halka dayalı, halka hizmeti, danışmayı temel alan, halkın demokratik siyasetteki ağırlığını artıran diyelim) bir siyaset yürütüyor ve yakaladıkları uyum ve sinerji de bunu açık bir şekilde gösteriyor.

 

Diyeceğim şudur ki Tayyip Erdoğan, halihazırda olmuş olduğu haliyle, yani dindar bir ailede büyümüş, imam hatip okumuş, uzun süre futbol oynamış, ticaretle ve siyasetle uğraşmış, içinde Allah korkusu olan, kul hakkı yemekten imtina eden ve öte dünyada burada yaptıklarından ve yapmadıklarından sorguya çekileceğine inanan bir Müslüman olarak, beyazlara tahsis edilmiş yüksek siyaset alanında sokağı, sokaktaki vatandaşı, siyahları temsil ediyor.

 

Kestirmeden ifade edeyim: Bir paratoner gibi tüm katmanlarıyla beyaz sınıfın lanetini üzerine çekmesinin bir nedeni de bu olmasın?

 

“One minute” vakasında tüm dünyanın ve Peres’in yüzüne İsrail devletinin bir cinayet örgütü olduğunu çarparken, pek dikkat çekmeyen, belki de olayın büyüklüğü nedeniyle gölgede kalmış bir şey var: Erdoğan konuşmasına tuhaf bir şekilde “benden yaşlısın” (“Sayın Peres benden yaşlısın”) diye başlar. Kontrolünü kaybeder gibi olduğu bu kriz anında siyah sınıfın İslam ve Anadolu geleneğiyle yazılmış genetiği (“büyüklere saygı, küçüklere sevgi”) dökülüverir ortaya, Erdoğan o dur. Bir gecekonduya misafir olduğunda, yolunu kesen bir ihtiyarın elini öpmeye davrandığında, bir şehidin anne babasıyla birlikte ağladığında, camide kuran okuduğunda, bir arkadaşının tabutunu omuzladığında gördüğümüz aynı bizim Erdoğan.

 

O nedenle şoförlerle, bakkallarla, muhtarlarla, tamircilerle, oto lastikçileriyle, vb., ayrım gözetmeden, en küçük bir yüksünme, küçümseme, tepeden bakma olmadan, onları oldukları haliyle kabul ederek, göz hizasında, yani onlardan biri, onların eşiti, onların bir kardeşi olarak (“bu kardeşiniz”) sohbet edebilmektedir. O nedenle bir şehit babası rahatça Erdoğan’ın yüzünü avuçlarının içine alarak acı içinde gözlerine bakabilmekte, “Vatan sağolsun, sen dik dur, üzüme”) diyebilmektedir.

 

Böylece eski Apertheid döneminde ne söz ne de siyaset alanında yer bulamayan en alttakilere, “baldırı çıplaklara”, “göbeğini kaşıyanlara”, sokaktaki halka alan açıyor, onları halihazırda olmuş oldukları gibi (“millet ne derse o”) meydana çıkmaya, siyasete, fikirlerini, taleplerini ortaya koymaya, eteklerindeki taşları dökmeye iştahlandırıyor. Şaka değil, her biri Türkiye’yi yıkıp geçme potansiyeline sahip devasa meseleleri (Suriyeli mülteciler, Suriye ve Irakta süren savaş, DEAŞ, PKK, Kürt sorunu, Ermeni tehciri, FETÖ, Alevilik-Sünnilik, laiklik ve daha niceleri), cumhuriyet tarihi boyunca tartışmaya açılır gibi olduğu her seferinde üzerine ölüm toprağı serpilerek kapatılmış kronik meseleleri bıkmadan usanmadan onlarla konuşuyor, tartışıyor. Cumhuriyet tarihinin en kalabalık mitinglerini yapıyor. Olmadı, halkı Cumhurbaşkanlığı Külliyesine taşıyor, kimi zaman sesi bitinceye kadar anlatıyor anlatıyor. Ve hemen ekleyelim: tek taraflı bir konuşma değil bu, biz de onunla konuşuyoruz. Türkiye (aman nazar değmesin, alnına at nalı kadar bir nazar boncuğu) dev bir halk meclisi, dev bir agora gibi uğulduyor.  Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, bu meselelerin her birinde Türkiye toplumunun (Erdoğan ve bizler de dahil olmak üzere) bir bütün olarak ne kadar büyük bir yol kat ettiğini görüyoruz.

 

Yani Erdoğan yüksek siyaset katında sokaktaki vatandaşı temsil etmekle kalmıyor, konuşarak, danışarak, kamuoyu yoklamaları yaparak, tartışarak onları bizzat söz ve siyaset katına çıkarıyor. Cumhuriyetin en kutsal, salavatla bile yaklaşılmaz, en yüksek mekanlarında bakkallar, muhtarlar, Suriyeliler, vb., cirit atıyor… Sezer, Korutürk, Evren aşkına, bunun bedelini ödemeli!

 

Söz (Agora) ve Siyaset Alanına zoru, şiddeti ve silahlı/silahsız dayatmayı sokmadığınızda rıza ve ikna uzun sürer. Yurttaşların oldukları haliyle rızasını almak, onları oldukları haliyle söz alanına taşımak, toplumun büyük agorasında içindeki dertleri ve eteğindeki taşları dökmeye teşvik etmek, açık ve eşit bir tartışmaya sokmak, bir şeye ikna etmek, yani oldukları halden başka bir hale, bulundukları konumdan başka bir konuma geçmeye, böylece değişmeye ve değiştirmeye ikna etmek uzun sürer, sabır ve emek ister. Ama demokratik siyasetin mucizesi ve mihenk taşı da budur.

 

Biraz şematikleştirme pahasına şöyle diyebiliriz: Eğer demokrasi skalasının bir ucunda temsili demokrasi (elitlerin vesayetindedir) deneyleri, diğer ucunda doğrudan demokrasi deneyleri (yurttaşların vesayetindedir) varsa, Erdoğan, ikinciyi deniyor. FETÖ’yü teşhir mücadelesinde olduğu gibi kimi zaman partisine rağmen, tek başına kalmak pahasına yapıyor bunu. Bedelini ödemeli!

 

Elitizm bugün modern toplumun, modern demokrasilerin bir virüsü ise, Türkiye toplumunun et yiyen virüsüdür.

 

Atatürk “ben halkın seviyesine inmem onları kendi seviyeme çıkarırım” der, Atatürkçüler bayılır. Zengini de fakiri de kabullenmiştir, ancak paramız kadar konuşabiliriz. Albay albaylığını, profesör profesörlüğünü göstermeden bakkaldan bir kağıt mendil bile almaz. Marksist, tüm halkın “yanlış bilinç” kurbanı olduğuna, doğruyu ancak kendisinin bilebileceğine inanmıştır. Güvendiğiniz bir entelektüel bir tartışmada karınca kararınca fikir beyan etmeye çalışan bir “garibana”, “sen ne ayaksın, çapın ne ki” diye çıkışabilir veya bu manada dik dik bakabilir. Dini bir konuda sizin de küçük bir fikriniz olabilir, aman susun, haşa, o konuya hayatını vermiş din adamlarından iyi mi bileceksiniz. Fetullahçıların gizlisi saklısı yoktur, doğrudan süzme elitler (“altın nesil”) hareketi olduğunu ilan etmiştir, kendilerinden aşağı gördükleri halkı gerektiğinde tebliğ gerektiğinde cinayetle (adam etmek bile değil) kendilerine biat ettireceklerdir (o nedenle Kemalistlerle paslaşmalarına şaşmamak gerekir). Kısaca, elitizm her yerdedir. Her “ali”nin üstünde bir onbaşılık taslayan, her onbaşının üstünde bir çavuşluk taslayan vardır. O açıdan her türlü adalet, hakkaniyet ve eşitlik talebi elitizme toslar, açık veya örtük elitist bir dirençle karşılaşır.

 

Elitizm sadece, modern toplumda birtakım insanların çeşitli gerekçelerle (eğitim, kültür, milliyet, para, cinsiyet, etnisite, vb.) kendilerini doğal olarak ötekilerin üstünde görmesi, köklü bir kibir veya büyüklenme hali değildir. Evet modern toplumda (başta iktisat alanı olmak üzere) buna cevaz veren, adeta artık teslim olduğumuz pek çok ast-üst veya tahakküm ilişkisi, eşitsizlik ve adaletsizlik vardır. Fakat insani bir yaratım olarak, insanoğlunun dünyaya ilave ettiği bir katman olarak açık söz ve siyaset alanı toplumsaldaki tüm eşitsizliklerin aşılma olanağıdır: Toplumda ne tür bir eşitsizlik veya tahakküm ilişkisi içinde yer alıyor olursa olsun açık söz ve siyaset alanında herkes (1) eşit söz ve karar/siyaset hakkına sahip eşit yurttaşlardır. Burada iki lafı bir araya getiremeyen çobanın da ekonomiyi, tarihi, felsefeyi yutmuş profesörün de sözü ve karar verme gücü aynı değerdedir. Mesela her ikisinin de etki gücü aynı olan birer oyları vardır. (2) Ayrıca, toplumdaki her türlü eşitsizlik ve adaletsizlik bu alanlarda tartışmaya açılarak belli bir karara bağlanabilir.

 

Elitizm işte bu özgürleşme ve çifte eşitleşme olanağını en hafif tabiriyle ütopik bulur, açıktan karşı çıkamasa da alttan alta diğer alanlarda yaşanan eşitsizliklerde elde ettiği avantajlı konumu söz ve siyaset alanında da muhafaza etmeye çalışır.

 

Benim oyumla çobanın oyu bir olabilir mi diyen bir manken veya profesöre, Türk halkının %60’ının mı yoksa %70’inin mi aptal olduğunu tartışan yazarlara belki de açık sözlülüklerinden dolayı, bizi uyandırdıkları için teşekkür etmeliyiz. Ama asıl korkulması gereken, reddederken bile derinden derine ve rafine bir şekilde bu tür bir eşitsizliği doğal hale getiren elitizm virüsüdür. Elitizm, yukarıda da söylediğim gibi, tüm sınıf, katman ve zümreleri olduğu kadar, tüm siyasi, dini, mesleki, ticari yapı, cemaat ve grupları da dikine keser. (Batıda son yıllarda büyük tartışmalara, yeni yasa arayışlarına yol açan ayrımcılık, ötekileştirme, dışlama, İslamofobi gibi sorunların bu virüsten beslendiğini ve bu virüsü beslediğini geçerken belirtelim.)

 

Erdoğan’ın kendine has siyaset tarzıyla deldiği, sarstığı şey tam da bu yaygın, her yerde, köklü, örtük, görünmez elitizmdir. Erdoğan en yalın haliyle “(sabah 9 akşam 5 mesaisiyle bu iş olmaz, valiler 24 saat çalışmalı, halkın içinden çıkmamalı”, “seçilmişler de atanmışlar da halka hizmet için vardır”) bu elitizmi tartışmaya açtığı için, Apertheid döneminden miras söz ve siyaset alanının elitist karakterini faş ettiği için, yani bütün elit, soylu ve ayrıcalıklıların söz ve siyaset alanı üzerindeki vesayetini dımdızlak ortaya çıkardığı için, Kemalist, liberal, özgürlükçü, despot, CHP’li, AKP’li, MHP’li, HDP’li, Kürt, Türk, seçilmiş, atanmış, asker, sivil, Fetullahçı, sosyalist tüm elitlere boklarında boncuk olmadığını, öteki yurttaşlara eşit yurttaşlar olduklarını hatırlattığı için nefret konusu ve nefret edenler cephesi bu kadar geniş, onun için bu cephede beyaz elitler kadar siyah elitler de var.

 

Sonsöz: Erdoğan yürüttüğü anti-elitist, halka dayalı, eşitlikçi, özgürlükçü politikanın en büyük ödülünü 15 Temmuzda aldı. 15 Temmuz bu yeni siyaset tarzının bir doğrulanması olduğu kadar, Türkiye toplumuna o doğum gününde verilmiş en büyük armağandı da. O nedenle tüm şu lanet turu operatörleri, hırslı, gözünü karartmış torbacılar, darbe değnekçileri, seans organizatörleri, entelektüel cadılar, fısıltı firmaları, beyaz ve siyah elitist virüs kolonileri, belli ki saldırılarına, nefret ayinlerine artık buradan devam edecek. Yani Erdoğan’ın anlamının somut bir varlık kazandığı yerden.

 

 

- Advertisment -