Ana SayfaYazarlar“Doğrunun siyaseti” yanılsaması

“Doğrunun siyaseti” yanılsaması

Türkiye’de hatalı bir siyaset anlayışı var. Siyaset “doğru”nun hayata geçirilmesi olarak görülüyor. Bu anlayışa göre iç ve dış siyaset alanında yürütülmesi gereken “doğru”nun ne olduğu açık ve bellidir. Doğru politikalar, demokratik sistemin politika oluşturma ve yürütme üzerinde oy veya diğer mekanizmalar yoluyla kurduğu kontrol düzeyine bakılmaksızın, bunlar tarafından engellenmeksizin veya bu sistemlere takılmaksızın uygulanmak zorundadır. Çünkü doğru olmaları, bu politikaların yürütülmesi için tek başına yeterli gerekçedir.

 

Buna göre, eğer o politikalar uygulanmıyorsa “doğru”dan vazgeçilmiş veya doğru olan göz ardı edilmiş, yerine yanlış olan konmuş olmalıdır. Yöntem ne olursa olsun eğer “doğrunun siyaseti” yerine “yanlışın siyaseti” uygulanıyorsa ortada bir gayri meşruluk veya kabul edilemez bir durum var demektir.

 

Belki bir örnekle ne demek istediğimi daha iyi anlatabilirim. Gezi olaylarının çıkış noktası olan Gezi Parkı’nın akıbeti konusunda buna benzer bir durum yaşadık. Parkın olduğu gibi korunmasını isteyenler bu konunun bir referanduma dönüştürülmesi önerisini reddettiler. Gerekçe ise, mealen, söz konusu alanın AVM veya kışla olarak betonlaştırılması yerine ağaçlarıyla yeşil bir çevre olarak korunmasının “doğru” politika olduğu idi. Doğru olanın tartışılması, pazarlık konusu yapılması veya oylamaya sunulması reddediliyordu.

 

İlk duyuşta kulağa haklı geliyor. Gerçekten de eğer ortada bir doğru varsa bunun tartışılması ve pazarlığa tabi tutulması anlamsızdır. Ne var ki burada ilk duyuşta es geçilen husus, aynı konuda başkalarının da “doğruları” olduğu gerçeğidir. Doğrunun siyasetini yaptığını düşünen bu aktörler, sonuçta “kendi doğruları” olan ötekiler ile aynı sahneyi paylaşmak zorunda olduğumuz gerçeğini gözardı ediyorlar.

 

Kendi politikasını geçerli tek doğru kabul eden ve herhangi bir rekabeti reddeden bu anlayış, esas itibariyle bizde daha çok sol siyasetin bir hastalığı olarak karşımıza çıkıyor. Bunun iki temel sebebi var. Bunlardan başat olanı solun yaslandığı ideolojinin esas itibariyle insan için bilimsel olarak belirlenmiş tek hakikatin varlığı fikrini içeriyor olmasıdır. Bu tek hakikat evrene, dünyaya, topluma, insana ve insanın nasıl yaşaması gerektiğine dair neredeyse her soruya cevap veren kapsamlı bir görüşü içeriyor. Bu tek hakikatten türetilen politikalar ise insan için doğru olanı buyuran tartışılmaz bilimsel gerçeklerin ifadesi ve insanın kurtuluşunun anahtarı olarak görülüyor.

 

İkinci sebep ise, resmi ideolojinin ve vesayet kurumlarının esasen çağdaşlaşma ve laiklik kavramlarıyla ifadesini bulan ve daha ziyade CHP ideolojisi ile örtüşen bir tür sol anlayışı uzun süre desteklemesinde yatıyor. Hükümette olmasa bile devlet iktidarında kısmen pay sahibi olduğu hissi, solu ötekilerin de “kendi doğruları” olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten alıkoydu.  Ötekilerin doğrusunu tanıma ve görmeye zorlayacak ciddi bir karşılaşmaya her girdiği durumda, aldığı yenilgi  sistem tarafından telafi edildi — tâ AK Parti’nin kalıcı zaferine kadar.

 

Bu iki durum solun seçmenle ve demokrasiyle olan ilişkisini de olumsuz etkilemekte. Tek hakikatten kaynaklanan doğru politikayı ellerinde tuttuklarına inananlar, seçmeni rakip politikalar yerine kendi politikalarını tercih etmesi için ikna etmeye veya tavlamaya çalışmak için fazla bir motivasyona sahip değiller. Onun yerine siyasi eylemi, seçmeni doğru olan konusunda eğitmek, aydınlatmak  ve belki terbiye etmek olarak pratik ettiler. Politikalarını rakiplerini dikkate alarak seçmen için, seçmene göre “biçimlendirmek” yerine, seçmeni politikaları için “biçimlendirmeye” giriştiler.  Çoğunlukla da başarısızlık ve hayal kırıklığı yaşadılar. Politikalarını ve kendi tutumlarını masaya yatırmak yerine, sorumluluklarını seçmene yüklediler.

 

Bu durum, solun kendi ötekisine karşı sergilediği zaman zaman aşırıya kaçan öfke, kindarlık ve kibir duygularının da sebepleri arasında yer alıyor olabilir. Baktığınız bu yerden, açıkça doğru olan şeye itibar etmeyen, yanlışı yaşayan ve yanlış olanda ısrar eden insanları “kötü” veya “ahmak” bulmak kolaylaşır.

 

Yine siyaset yapmayı kategorik doğruların hayata geçirilmesi olarak gören bu hatalı kavrayış, solu uzlaşmaz, “ya hep ya hiç”çi bir politik tutuma mahkum etti. Bu tutum ise demokratik siyaset içinde solun etkinliğini, genişlemesini ve yaygınlaşmasını engelledi. Seçmenle sağlam, sahici ve inandırıcı bir ilişki kurulamadı.

 

Demokratik siyasetin işleyişine uygun hareket etmeye zorlandığında (arka arkaya gelen seçim başarısızlıkları gibi), ne kendisini ne de seçmeni inandıramayan “çarşaflı kadınlara parti rozeti takmak” gibi yapmacık, acemice ve kalıcı olamayan hamleler geldi. Çünkü “öteki seçmen” dikkate alınması gereken yetişkin ve saygın biri olarak değil, şekerle kandırılabilecek saf bir çocuk veya kandırılmaya müsait bir cahil olarak görüldü.

 

Tek hakikat ile ilgili Platon’un meşhur mağara benzetmesi vardır. Dünyadaki sıradan insanlar dışardan ışık gelen mağaranın ağzına sırtlarına dönerek oturmuşlar, mağaranın duvarlarına yansıyan gölgeleri seyretmektedirler. Sıradan insanlar asılları, hakikatleri mağaranın dışında (idealar evreninde) olan şeylerin sadece gölgeleri ile yetinmekte ve onları gerçek zannetmektedir. Oysa sırtlarını dönmek yerine yüzlerini ışığın geldiği tarafa çevirseler,  her şeyin ideal, mutlak ve hakiki hallerini görebilecek, böylece doğrunun ne olduğunu bilebileceklerdir. Ancak bu iş sadece bir veya birkaç bilgenin üstesinden gelebileceği zorlu ve meşakkatli bir  iştir. Dünyevi hazlara düşkün avam halk ise bu zorlu işe hiç yanaşmaz.

 

Bilge hakikatin ve doğrunun bilgisine ulaşır; ancak kitleler dünyanın süfli işleri ile oyalanmaktan memnun ve cahil kalırlar. Bilgenin elinde tuttuğu hakikatten kaynaklanan “doğru”su ile avamın gölgelerden kaynaklanan “doğru”su eşitler olarak aynı yarışa sokulabilir mi hiç! Platon için demokrasi bu yüzden yoz bir rejimdir; avamın iradesi hilafına hakikati hakim kılacak ve doğru olanı yapacak bir rejim ise ideal olandır.

 

İşte bizdeki sol da kendini adetâ idealar evrenine vakıf olan bilge zannediyor. Kibirli, halktan kopuk görünmesi de; (Doğu Bloku’nun çöküşünden, Venezuela’daki son felakete kadar) arka arkaya gelen onca başarısızlık ve yenilgiye rağmen ortalıkta hiç bitmeyen bir özgüven ve haklılık iddiasıyla dolaşması da bu yüzden olmalı!

 

Demokratik siyaset oyununda, sol aktörler kendilerini “mutlak doğru”yla  değil, “kendi doğruları”yla pazarda yer alan ve mümkün olduğunca çok müşteriye kendi doğrularını satarak rakiplerine üstünlük sağlamak zorunda olan mütevazi birer “satıcı” olarak görürlerse, işleri biraz daha kolaylaşabilir.

 

Sağın “doğru olan”ın siyaseti ile ilişkisini başka bir yazıya bırakıyorum.

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik