Ana SayfaYazarlarYakın tarih, AK Parti ve kırılma noktası

Yakın tarih, AK Parti ve kırılma noktası

 

AK Parti, 2002’den itibaren özgürlükçü ve çoğulcu Türkiye yolunda emin ve kararlı adımlarla ilerlerken, 2013’ten sonra demokratikleşmede dramatik bir şekilde frene bastı.

 

Yeniden güvenlikçi politikaların ön plana çıktığı, Türkiye’nin demokratikleşmesinin sekteye uğradığı bu kırılma noktası neden yaşandı? Sosyal ve siyasal olguların kendi seyrinde ilerlerken yarattığı bir kriz miydi, yoksa dış faktörlerin iç faktörleri etkilemesinin bir sonucu muydu? Veya iki faktörün ortak etkileşiminin mi bir sonucuydu?

 

Herkesin kendi cephesinden bir açıklaması var. İktidar karşıtı değerlendirmelerde öne çıkan ortak görüş şu: AK Parti şahsında ifadesini bulan siyasal İslam modeli, İslam ile demokrasinin bağdaşabilirliği olmadığı ortaya çıkınca iflas etti.

 

Bazı liberaller de şu değerlendirmeyi öne çıkartıyor: Türkiye’nin demokratikleşmesi sekteye uğradı, çünkü AK Parti derin devlete teslim oldu.

 

İslam ile demokrasinin bağdaşmazlığı açıklaması, çok akla yatkın gibi görünmüyor. Onbir yıl boyunca bunu başarıyla götüren AK Parti, onbirinci yıldan sonra ne değişti de demokrasi ile İslamın bağdaşır olmadığı gerçeğiyle karşılaştı? Ortada, retorik dışında bizi bu teze götürecek ne sosyolojik ne de siyasal bir analiz var. 

 

Derin devlet açıklaması ise anakronik, daha çok 1990’ların Türkiye’sini yorumlarken başvurulan metodoloji gibi duruyor. Ayrıca da kanıt gerektiren bir iddia. İnsanın, devletteki tasfiyeleri, sürgünleri, görevden almaları gördükten sonra (öyle böyle değil tam 150 bin kişiden bahsediyoruz) “ortada devlet mi kaldı ki, derini siyasileri yönlendirebilsin” diyesi geliyor. Bu durumda derin devlet, kamuya tam hakim Erdoğan, Hulusi Akar, Hakan Fidan üçlüsü olmuş oluyor (!). Zira bu üçlü dışında da devlette süreklilik arz eden yok. Siyasilere kazan kaldıran, itiraz eden devlet kadroları da yok.

 

Kaçınılmaz mıydı?

 

Türkiye’nin kırılma noktasına yol açan gelişmeleri, biraz da Joseph Nye’ın siyasal olguların iç mantığını açıklamak için başvurduğu metodolojiyi ödünç alarak, üç başlık altında toplayabiliriz: Derin nedenler, ara nedenler, tetikleyici nedenler.

 

ABD-İsrail konsorsiyumunun Türkiye’yi küresel sistemde kendi çıkarlarına göre konumlandırma arzusunu, derin nedenler olarak ifade edebiliriz. Zaten bu ülkenin kaderini belirleyen de hep bu arzu oldu. Nitekim 2012 yılından sonra Türkiye’nin adım adım demokratikleşme rayından uzaklaşmasında da karşımıza bu irade çıktı. Mantık son derece basitti: Müdahalenin bir aparatı olarak kullanılan FETÖ üzerinden ülke karıştırılacaktı. Böylece Türkiye anti-demokratik ve dolayısıyla dışarıdan izole bir hale gelecek; dahası, “otoriterleşen” iktidarı devirmek hem meşrulaşacak, hem kolaylaşacaktı.

 

Ara nedenler ise, daha çok iç bünyeden kaynaklanıyor ve karşımıza kolaylaştırıcı faktörler olarak çıkıyor. Örnek olarak kutuplaşmayı, Türkiye’nin kendi toplumsal yapısına bağlı olarak oluşan kültür dokusunu, siyaset yapma şeklini, Kürt sorununda istikrar kazanan şiddeti gösterebiliriz. Türkiye’nin sıkıntısı şurada: Ara nedenlerin oluşturduğu zafiyet, derin nedenlerle çok rahat kaşınabiliyor ve beslenebiliyor. Bu zafiyeti bitirmek için içeriyi demokratikleşerek onarmaya başladığınızda, dışarıdaki el içeriyi “adamları” üzerinden karıştırabiliyor, içerideki onarımı engelleyebiliyor. Türkiye bu fasit döngüyü bir türlü kıramıyor. Kıramadıkça da demokratikleşemiyor.

 

Kırılmayı yaratan tetikleyici nedenlere gelince… Daha çok aşırı-belirlenmiş durumların yarattığı kıvılcımlar olarak görebiliriz. 7 Şubat 2012 MİT krizi, Gezi olayları, 17-25 Aralık soruşturmaları, askeri vesayetle mücadelenin devlet kadroları ile hesaplaşılmasına dönüştürülmesi, 15 Temmuz askeri darbesi… bu kapsamda karşımıza çıkan vakalar.

 

Özetle, üç faktörü bir ateş metaforu ile de izah edebiliriz. Ateş yakmak için odun, çıra ve kibrite ihtiyacımız var. Derin faktörleri odun, yan faktörleri çıra, tetikleyici faktörleri de kibrit olarak düşünebiliriz. Peki, yağmur yağsaydı ne olacaktı?

 

Farklı olabilir miydi?

 

Daha açık bir ifadeyle ABD-İsrail baskısı, kuşatması ve FETÖ faktörü olmasaydı AK Parti ve Türkiye’nin demokratikleşme serüveni yine de bu noktaya gelir miydi? Demokrasi OHAL parantezine alınır mıydı?

 

Bence demokrasimiz, demokratikleşme arzumuz kesinlikle bir kırılma yaşayarak bu noktaya gelmezdi. Çünkü iktidarın uygulamalarına yeterli sebep oluşturan olguların hiçbiri gerçekleşmeyecekti.

 

Bu tespitlerden sonra “Eğer dış güçler, demokratikleşme rayından çıkmanızı isteyerek sizleri tuzağa çekmek istiyorsa, siz de raydan çıkmayarak tuzağa düşmeyin kardeşim” yanıtını verdiğinizi duyar gibiyim. Hattâ daha fazla demokratikleşerek, hukuk normlarına sığınarak bu tuzağı boşa çıkartabilirdik de, diyebilirsiniz.

 

Demesi kolay. Bu önermeyi kısmen ara nedenlerde tartışmıştım. Ancak şu kadarını belirtmeliyim ki, neredeyse tüm devlet birimleri sizden emir almayan kadrolarla donatılmış, hukuk birimleri size karşı hukuku kullanacak kötü niyetlilerin eline geçmiş, askeri bir darbe ile karşı karşıya kalmış, çareyi de toplu tasfiyelerde bulabilmişseniz, demokratikleşerek krizden o kadar da kolay çıkamazdınız. O zaman olağanüstü durumun istisna halinin üstesinden gelecek yaklaşımları sergilemeniz imkânsızlaşır, sonuçta istikrarsızlaşırdınız. Hattâ istisna halde “özgürlükleri sınırlandırmamak Türkiye’yi istikrarsızlaştırır” koşulları oluşurdu.

 

Şimdi ne yapıp edip, “asıl özgürlükleri sınırlandırmak Türkiye’yi istikrarsızlaştırır” dönemine geçmemiz lazım. Ama derin nedenler ara nedenlerle flört ettikçe, ara nedenler ortadan kaldırılmak istendiğinde devreye derin nedenler girdikçe, işimiz pek öyle kolay olacağa da benzemiyor.

 

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik