Ana SayfaYazarlarSevgili Platonov,

Sevgili Platonov,

 

Size hangi seslenme sıfatını yazayım, bilemedim. Rus dilini bitiren kızıma sordum, girme dedi bu konuya, ya sayın yaz, ya sevgili…Sevgili, demesi değil mi en güzeli.

 

Size yazmayı nicedir kuruyordum, hoş, Rus edebiyatını, o dile getirmesi, anlayıp tadına varması güç olanı hakkıyla tanımak ne mümkün, bu yüzden insanın yakınında bir kişinin o dile çalışması, o dilin edebiyatını el yordamıyla da olsa incelemesi gerekiyormuş, kızım sağolsun…

 

Andrey Platonoviç Platonov…Bir demiryolcunun oğlusunuz, 1899’da Voronez yakınlarında dünyaya gelmişsiniz.

İç savaşta Kızıl Ordu’da savaşmış, sonradan elektrik mühendisi ve arazi ıslah uzmanı olmuşsunuz.

1918’den sonra dergilerde, bazı gazetelerde makale, deneme ve şiirleriniz görülmeye başlamış.

1926 yılı kısa öykülerinizin yazılıp yayınlanmaya başlandığı yıl.

Sizi ve yeteneğinizi Gorki keşfetmiş. Elbet edebiyata parlak bir giriş yapmışsınız.

Ama sonradan Stalin’in de içlerinde olduğu çok kişinin şimşeklerini çekmişsiniz üstünüze.

İkinci Dünya Savaşı sırası savaş muhabirisiniz, gene tanınıyorsunuz, savaş bittikten sonra gene saldırılıyorsunuz…Zorunlu çalışma kampına giden oğlunuz döndüğünde, ondan verem mikrobu kapıyor, 51 yılında ölüyorsunuz.

Ölmeden bir yıl önce öyküleriniz tekrar yayınlanabiliyor olsa da, belli başlı yapıtlarınız 80’li yıllara kadar yasaklı…

KGB edebiyat arşivi halka azıcık açılınca gün ışığına çıkan Mutlu Moskova, anadilinizde ilk kez 1991’de yayınlanabiliyor…

 

Size, bizim memleketin İzmir şehrinde, hem de şehrin küçük evleri olan eski bir mahallesinde, kentleşmeye şimdilik kurban gitmemiş, hâlâ mahalle olan bi kıyıcığında, dört yaşındaki küçük bir kız çocuğunun sizinle tanışmasını anlatmak için yazıyorum ve elbet hikayelerinize olan hayranlığımı bilin diye…

 

Küçük kızın adı Deniz. Pek cimcime, akıllı fikirli, dilde ve hissetmede hünerli, pek seviyoruz birbirimizi…Kreşe gidiyor, sizin Kırıntı öykünüzü anlattım ona, o da gitti okulunda, sınıf arkadaşlarına anlattı, bize de anlattı…’Bir zamanlar iki kırıntı yaşardı, ikisi de küçük, ikisi de karaydı, ama, babaları farklıydı, birinin babası ekmek’ti, ötekinin babası Barut…Bir sakalın içinde yaşarmış bunlar, sakal avcının yüzündeymiş.’ Diye anlatmaya başlayıp, bunlar ikisi güçlerini denemişler, ekmek kırıntısı demiş ki, ‘sen beni yenersin barut kırıntısı, ama, insanı yenemezsin.’

 

Hikayeyi okurken gözümün içine baktı durdu, Deniz, sonradan o anlatırken bizim de onun gözünün içine bakmamızı beklemiş olmalı…Serçe ekmek sandığı barut kırıntısını bir çırpıda yiyip, korkusundan göğe uçtuydu ya, benimki de iş mi, hikayeyi yazana onun hikayesini anlatıyorum, yok, hayır, Deniz’cik anlatıyor:’ ekmek kırıntısı da insanın içine girsin mi…Kendi de insan olsun mu…Barut kırıntısı da serçenin içinde tutuşmuş tabii, serçe bu ateşten pişmiiiş,yere düşmüüüş…

 

Yerin çimenleri üstüne gökten pişmiş bir serçe düşünceee, köpek serçeyi yemiş yutmuş, ondan sonra da hep göğe bakmış, pişmiş bir kuş daha düşer mi diye, düşsün düşsün n’oolursun…’

 

Ekmek kırıntısı da insanla beraber yaşıyordu ya hani, insan olmuştu ya, gülümsemiş, demiş ki, bütün dünyayı tutuşturacaktı güya, anca serçeyi pişirdi…’

 

İnsanın sakalındaki iki kırıntının kavgasını, sizden şu kadar yıl sonra, şuncacık bir çocuk böyle tatlı tatlı anlatıyor hâlâ…‘Çünkü niye?’ siz pek güzel kurguladınız da ondan.

 

Evrensel bir hali iki sayfayı bulmayan bir öykücükte esaslı anlattınız, öyle bir anlattınız ki, küçük çocuk bile kendine kattı, anlatmaktan usanmadı, pek bayıldı…

 

Sizden için John Berger diyor ki, ‘günümüzde dünyanın muhtaç olduğu hikayecilerin öncüsü’.İnsanın sevgi ve anlam arayışını konu edinseniz de, kesin son yazmasanız da, okura net yanıt vermek yerine, hayatın kendi gibi hüzünlü, iç burkan, komik olabilen duyarlı hikayeler anlattınız, kısacık ömrünüz boyunca.

 

İnsanın, doğanın, bütün canlıların sonsuz ve büyük değerini kavramıştınız, bunu her satırınızda okuyana geçirdiniz. Onca kötülüğe, kendi yaşadığınız nice sıkıntıya, engellemeye, zor hayata rağmen, insanın iyiliğini, paylaşma ve dayanışmanın gücünü kendiniz de bunlara inandığınız, iyi bildiğiniz için, inancınızı hiç ama hiç yitirmediniz. Ondan olmalı hem dünyamıza hem insanlara yaptığınız iyileştirici, diriltici etki…

 

Herkesin bir biçimde yaşadığı, cenk ettiği hayat gailesi içinde unutmaya meyletsek de, görmezden gelsek de, asıl önemli olan ne varsa, insana dair, onları bize hatırlattığınız için değil mi, size hayranlığımız?

 

Sakıncalı Rus yazar sevgili Platonov, değiştirmenin, dönüştürmenin, hayatı ve dünyamızı insana yaraşır kılmanın derdi peşinde oldunuz hep, kahramanlarınızla birlikte hayatın, ölümün, direncin, dayanışmanın sözcüsü …

 

Hakikat nerdeydi? Arayıştaydı…

Tek zenginliğimiz neydi?Göğsümüzdeki kalpteydi…Varımız yoğumuz, kalbimizdi.Hayatımız bile bizim sayılmazken, yaşadığımızı sanırken…

 

Dünyamız şimdi sizin erkenden bıraktığınız zamankinden de kötü durumda.Oysa sizin çağınız ve sizler ne büyük bedeller ödemiştiniz, ne acılar çekmiştiniz, savaşlarla ölümlerle sınanmıştınız…Varılan yer bu olmamalıydı.

 

İyilerle kötülerin, insana kıyanlarla insanı el üstü, göz nuru, baş tacı edenlerin, inancın karşısındaki hinliğin, doymazlığın, insana kıyanların savaşı sürüyor.Kısa yaşadınız, ama, boşuna yaşamadınız, sevgili Platonov. Dünyadan geçtikten bunca yıl sonra eğer bir küçücük çocuk sizin yetişkinler için yazmış olduğunuz bir kitaptaki (Metis, Muhteşem Vahşi Dünya, Günay Çetao Kızılırmak’ın Rusça aslından yaptığı güzelim çeviriyle) kıpkısacık bir hikayeyi ezber ediyor ve anlatmakla mutlu oluyorsa, bir yazar başka ne ister?

 

Belki dünyanın çocuklara yaraşır bir yer olduğunu ister, olsa olsa bunu ister…

Ve dünyamız çocuklara yaraşır bir yer değil, sevgili Platonov, belki bunu en üst makama fısıldarsınız, belki oradan hikayeler anlatırsınız, çocuklara malum olur onlar da döner bize anlatır…

 

Belki öylelikle daha güzel döner dünya, daha mutlu oluruz hepimiz…

- Advertisment -