Ana SayfaYazarlarSevgili Müeyyet Bey,

Sevgili Müeyyet Bey,

 

Keşke daha yaşasaydınız, pek az tadına varabildiğimiz sofranız ve muhabbetinizin ortağı olabilseydik, keşke…Keşke ağacı yeşermiyor …

 

Niye bilmem size yazasım vardı, bir baktım, dünyamıza veda’ınız Ağustos ayı imiş, kalp kalbi çağırmış meğer.

 

Yıl 2006, İmge yayıncılıktan çıkıyor, sizin ’20.Yüzyıldan Anılar’ adını verdiğiniz ömür kitabınız,bunu ikinci ad edinip, ‘Sakıncalı Doktor’ adıyla.237 sayfalık, özenli ve esaslı bir kitap, Harbiye Askeri Cezaevinde 1946’da , İleri Gençlik Birliği sanıkları, öteki hükümlü ve gardiyanlarla çekilmiş siyah beyaz fotografiyle açılıyor, sahne…

 

Biz Cunda’da teşerrüf ettik, bu tarihten altmış yıl sonra, lûtfedip imzalayarak verdiniz kitabınızı.İlk sayfada ilk tebessüm, oğullarınız okura şöyle sesleniyor: ’Çocukluğumuzda her Türk gencinin okuyup üniversiteyi de bitirince, önce emniyete, oradan hapis ve sürgüne gittiğini sanırdık. Etrafımızdaki hemen bütün amca ve teyzeler bu yoldan geçmişlerdi. Bu yolun anıları neredeyse bir masal tadında anlatılıp yaşanırdı.Bu yoldan geçmenin otomatik işleyen bir kural olmadığını herkesin illa emniyete-cezaevine gitmediğini fark ettiğimizde, eğlenceyi kaçırabileceğimiz korkusuyla doğrusu biraz hayal kırıklığına bile uğramıştık.’

 

1944’de Süleymaniye Camii’nin minaresine asılan, üstünde ‘Saracoğlu faşisttir, faşizm ve vurgunculukla mücadele cephesi’ yazan bir afişle başlayıp, 958’de men-i muhakeme kararıyla sonuçlanan on dört yıllık gözaltı, mapusluk, sürgün, soruşturma öyküsü ömrünüze vurulan mühür.

 

Oysa, o afişi asarken biri kaçarken diğeri tepe üstü düşüp yaralanan gencin yarasına baktığınız için gidiyorsunuz, okkanın altına.

 

M.Özkolçak Yahya Kemal’e gazel ya da Nusretiye Kasrı şiirinde ne güzel hicveder, sıkıyönetim mahkemesi olan Nusretiye Kasrı’na yazıklandığımız bile geçer okurken: ‘İkinci Dünya Savaşı’nın/ Bitiminde Biz, Ellibeş üniversiteliydik.’Çocuklar gibi şendik.’/ Tophane Askeri Cezaevinden/ İki sıra süngülü er arasında/ Güle, oynaya/Caddeye doğru inerdik…/ Dururdu Tramvaylar./Dururdu arabalar, yayalar/ Hepsi için/ Bize selâm konumuna geçtiler derdik./ Faşizme karşıyız diye/1 No.lu Sıkıyönetim Mahkemesi olan/ Nusretiye Kasrı’na giderdik/ Yargılanmaya…’

 

Istanbul Zeytinburnu Verem Savaş Dispanserinin doktor babası, tam kırk yıl orada her yıl elli bin kişiyi verem taramasından geçirip, hastaları sağaltmışsınız.

 

Tıbbiye son sınıftayken camii minaresine ‘Saracoğlu faşisttir’ pankartı asma girişimiyle ilgili tutuklanıp, dokuz ay Sansaryan’da sorgulanmış, iki yıl Tophanede mapus yatmış, 947’de sonuçlanan yargıyla Kozana sürgünsünüz, hastanede gönüllü asistan…

 

Kozan’da ameliyatları size yıkar, yaşlı doktor, bir doğum sırası oranın yüze gelen ailesinin gelini ölü doğum yapar, aynı sırada bir dağ köyünden yaşlı bir hamile kadını kağnıyla zor yetiştirirler.Bebeği kurtarırsınız, yaşlı anne ölür. İki doğum yapan kadın, başlarında hemşire ve siz.Bakışırsınız, hiç konuşmadan, kurtardığınız bebeği zengin gelinin koynuna koyarsınız, onun ölü doğan bebesini de ölen annenin yanına.Oncağız üzülmeye bile dermansızdır, ‘zati bu karıdan bana hayır yoktu,kader böyleymiş, artık yetişkin kızlarımla yaşar gideriz…’ deyip, alır ölülerini (!) gider. Ötekiler sevine sevine bebeyi bağrına basıp, gider…

 

Kendi kurum hikayelerimden benzer bir aileyi anlatmıştım size, değiş tokuş değilse de onu andıran, bizim de anlatanlardan duyduğumuz…Kader dokuyordu, amma, alna yazarak, ama bizi ve kimilerini aracı kılarak ve kaderi silmek, değiştirmek kimsenin haddi olmuyordu…

 

Kul kurar, kader gülerdi, ikinci eşiniz gençti, mutluydunuz, uzun, çok uzun hekimliğiniz, Verem savaşçılığınız, fukara Hacıhüsrev sakinlerini Kasımpaşada parasız muayene ve iyi edişleriniz, seksen üç yaşınızda nihayet emekli olabildiğiniz, genç eşinizin kaderin sillesiyle sizin bakımınıza muhtaçlığı, Cunda’da soluklanışınız…

 

İlerici gençlik birliğinin o evlere şenlik sorgusu, üstünden onca yıl geçince ve yara el’de olunca böyle söyleniyor elbet, o zaman divan ve tasavvuf edebiyatı doçenti olan Abdülbaki Gölpınarlı hocanın, onu çileden çıkaran sorguculara Arapça ve acemce küfrü basması da içinde, hayli gırgır sahnelerle sürerken, baba Faruk adlı işçinin sorgusunda yargıç demiş ki, niye karına Evdoksiya yoldaş diyorsun?

 

O da demiş ki, aynı çileli yolda yan yana yürüdüğümüz için olmalı…

 

Bu gençlerin toplantısına da katılmış, hatta şarkı da söylemişsin?

 

Söylemişimdir…

 

Entari, entarisi falan gibi bir şarkı, söyle bakayım sözleri nasıl?

 

Entarisi ala benziyor, şeftalisi bala benziyor, hâkim bey…

 

O değil, hayır.

 

E öyle yazıyor, entarisi belinde aman…

 

O değil,Enternasyonal.

 

Ha, ben o türküyü bilmem hâkim bey…

 

Sonra Mazhar Osman’a asistan, uzmanlık bitmeden gene gözaltı, ‘asker kaçağı’ olarak Zara ‘Sürgün Alayı’…İki yıl Er Doktor olarak sürgün alayında çalıştınız.Sonraki üç yıl dönüş, uzmanlık, Kasımpaşa muayene hanesi, tam göğüs hastalıkları uzmanı olmuşken, 6-7 Eylülle ilgili komünist tevkifatında tekrar tutuklanıp, Harbiye cezaevinde mapusluk…Olaylar sırası, bir gün öncesi hastanede nöbettesiniz, ama elli solcunun üstüne yıkmak istenen iş için, sizi de listeye yazıyorlar. Tecrübe konuşuyor, kalın bir tıp kitabı alıp da gidiyorsunuz.Hem iş uzarsa okumak için hem yatıya kalınacaksa(!) baş altına koyup, kalın kitabı yastık eylemek için.

 

Sakıncalı Doktor’da bir asker fotografınız var, dört er, bir tahta sıra üstünde, genç, hınzır gülümseyen, aradaki ikisi bilinmiyor, ama, sol baştaki Aydın Boysan, sağ baştaki siz, mimari ile rakının , kendini insanlığa adamanın ve tıbbın iki duayeni, bir benzeri değil bir araya, dünyaya tekrar gelmeyecek olanı. Ne hoş demlenirdiniz, Cunda’da, minicik engin gönüllü masanızda ve ne güzel muhabbet ederdiniz, keşke daha çok etseymişiz.

 

Er elbiseli o askerlik fotografinize bakıp, sevgili Boysan gibi hayatın cevrine dayanıp, daha da uzun ömür süreceğinizi umduk…

 

Gene iyi dayanmışsınız aslında…

 

Tabutlukta kalmışsınız, misal, çömelmeye bile gelmez ufaklıkta, penceresiz, kimi tabutlukta ayakta duranın başını yakan lamba da varmış. Sizin hücrede, ki üç ay kalmışsınız, pis kokan bir su akarmış biteviye…Sonradan Arif Damar ve Ahmed Arif de kalmışlar aynı hücrede, birer ay…Bir ayın sonunda ikisi de delirmiş. Hücre arkasındaki fotoğrafhanenin atık suları dökülüyormuş, pis kokan, sodyumperoksitli su…

 

Cezaevindeki görevli, iki oğlunun görüşüne gelen annenize “Hanım, sen de durmuş, durmuş hep komünist doğurmuşsun” deyince, Sıdıka hanım “sen haltetmişsin ben üç tane aslan yavrusu doğurdum” demiş, yiğitçe…

 

Sizden kırk gün sonra öldü Arif Damar da, son durağınız Cunda oldu, ikinizin de.

 

‘Sevgilerinizle sunduğunuz’ ömür kitabınızı 2006’nın 9.ayında imzalamıştınız.Arif Damar da kendi kitabını lutfedip imzalarken, ikinci bir imza koymuştu sayfanın arasına, deniz kabuğu, ama, kendi topladığı…Tebessüm ettiydiniz.

 

Siz kabuğu mıh tutmaz, kalkansız savaşçı, yarası işlese de akılla onu sağaltan, insanları ve hastalarını tarif edilemez şekilde seven seçkin bir kişizadeydiniz.

 

Ülkenin hikayesi içinde kendi hikayenizi de sakin, onurlu, akıllı yazıp yaşadınız…

 

Sağlık alanında, siyasette öne çıkmak istemeyen, işini iyi yapmakla yetinen güzel kişilerden

 

diniz, uluslarının yüzünü ak eden böylesi az sayıda kişinin destanı yazılsa yeridir.

 

Sevgili doktor, aziz Müeyyet Boratav, düşünmeyi, karşılıksız hizmeti, acımayı, insanlara destek olmayı, merhameti öğrettiniz ve örnek yaşadınız,nur içinde yatınız.

 

- Advertisment -