Ana SayfaYazarlarYakın geçmişin kısa hikâyesi

Yakın geçmişin kısa hikâyesi

 

Tarihçi değilim ama tarihle ilgili birkaç noktaya dikkat çekebilecek durumdayım. İlk olarak, tarihin tek okuması yok. Aynı olaylar ve aktör davranışları farklı okumalara tâbi tutulabilir. İkinci olarak, her tarih yorumu zaman içinde ortaya çıkacak yeni bilgilere ve paradigma değişikliklerine bağlı olarak şu veya bu ölçüde değişebilir. Bu tesbitlerin en mühim anlamlarından biri ve belki de en önemlisi, hiç kimsenin tarih ve tarihsel olaylar hakkında son sözü söyleyemeyeceğidir.

 

Türkiye son beş-altı senede (2012 – 2018) sıra dışı bir dönem yaşadı. Hâlâ da bu dönemden tam olarak çıktığımız söylenemez. Bu dönemi nasıl okumak gerekir? Bu dönemde vuku bulan olaylar ve ortaya çıkan olgular üzerinde küçük ve büyük okumalar yapılabilir mi? Elbette. Nitekim yapılıyor da.

 

Ben de kendi okumalarını hem günlük yazılarımda hem akademik çalışmalarımda ifade etmeye çalışıyorum. Sık sık da bunu yapmadaki performansımı gözden geçiriyorum. Tashihe ihtiyacım olduğunu düşündüğüm-anladığım fikir ve tesbitleri düzeltiyor ve değiştiriyorum.

 

Sözünü ettiğim sıra dışı dönemin en mühim olayları, kuşkusuz seçimle gelen – demokratik — hükümet ile FETÖ adı verilen örgüt arasındaki çatışmalar. Teferruata, gerektiğinde girmesine giriyoruz; ama bazen teferruat meselenin özünü aslını kaçırmaya sebep olabiliyor. Bu hataya düşmeden söz konusu dönem nasıl okunabilir, yorumlanabilir?

 

Benim okumam şu: Erdoğan hükümetleri ile FETÖ arasındaki karşıtlık, siyaseten meşru bir aktör (özne) ile siyaseten gayrimeşru bir aktör (özne) arasındaki bir çatışmadır. Bu yüzden demokrasiye, hukuk devletine, insan haklarına bağlı ve ahlâka saygılı her kişi ve kuruluş, bu kavgada meşru aktörün yanında yer almak zorundadır. Aladıysa veya almıyorsa, bunun hakkında doğuracağı kanaatlere ve sebep olacağı yorumlara katlanmak durumunda kalacaktır.

 

Ne yazık ki bu kavganın esasını algılamada, anlamada ve tavır geliştirmede çok başarısız olanlar çıktı. Bazı aydınlar yanıldı ama başka bazı aydınlar yanılmanın da ötesine geçti. Bu kavgada düpedüz, açıkça FETÖ’nün dar veya geniş cephesinde yer aldı. Bunda Erdoğan nefretinin, kibirin, metot hatalarının (toptancılığın, tarih ve sosyal bilim bilmemenin vs) yanında, FETÖ’nün büyük bir güç odağı olması da etkili oldu. Gerçeği kime çarpıtmasın. Meşru hükümete bu kavgada destek vermeyi “güce yakın durmak”  olarak gören ve gösterenler ya yanılıyor ya da büyük bir ahlâksızlık yapıyor. Güce asıl yakın duranlar — hattâ kendi lisanlarıyla “tapanlar” – kendileri oldu. Düşünsenize, 15 Temmuz 2016 gibi ileri bir tarih itibariyle dahi ordu, emniyet ve yargı önemli ölçüde FETÖ’nün elindeydi. Bu durumda asıl güç odağı kimdi? Süreçte asıl riski meşru hükümetin yanında duranlar aldı; güce asıl onlar direndi — FETÖ’ye maddî ve manevî destek verenler değil.

 

FETÖ ancak Hollywood filmlerinde görebileceğimiz hamlelerinden herhangi birinde (7 Şubat 2012 MİT operasyonunda, 2013 Gezi isyanlarında, 17/25 Aralık emniyet-yargı operasyonunda veya 15 Temmuz birleşik darbe girişiminde) başarılı olsaydı, aslen gayrimeşru olmasına rağmen, meşruiyet içine gömülerek elde ettiği gayrimeşru gücü meşrulaştıracaktı. O zaman bu süreçte meşruluk ile gayrimeşruluk arasındaki çatışmada fiilen FETÖ cephesinde saf tutan veya bu saflara destek olan aydınlar “kahramanlar, demokrasinin kurtarıcıları” havasında ortada gezinecekti. Muhtemelen çoğu, kendileri gibi olmayanlara reva görülecek muamelelere meşruiyet ve hukukilik kazandırmaya çalışacaktı.

 

İlginç bir soru şu: Böyle bir güç merkezi haline gelen; akıl almayacak, hayal dahi edilemeyecek yol ve yöntemlerle, eşi benzeri görülmemiş bir sinsilikle çalışan FETÖ, niçin bu mücadeleyi kaybetti? Kesinlikle hükümetten daha güçsüz olması yüzünden değil. Bence cevabın iki ayağı var. İlki  meşruluğun hükümette olması.  FETÖ muazzam bir güç odağı haline geldi ama tüm çabalarına rağmen meşruiyet kazanamadı. Demek ki sırf güce sahip olmak yetmiyormuş. Daha fazlasına, yani meşruiyete de  ihtiyaç varmış. İkincisi Erdoğan faktörü. Erdoğan’ın siyasî çizgisi ve tarzını, konuşma biçimini ve kimi icraatını sevmeyebilir, beğenmeyebilir, eleştirebilirsiniz (bunların da hepsi meşru), ama onun meşru bir siyasî aktör olduğunu ve gayrimeşruluk çizgisinde korkunç bir taarruzuyla (aslında taarruzlarıyla) yüz yüze geldiği FETÖ’ye karşı ölümüne, her şeyi göze alarak direndiğini görmezden gelemez ve direnmekte haklı olduğunu inkâr edemezsiniz. Erdoğan’ın bu dirayet, cesaret ve gayreti olmasaydı bugün Türkiye FETÖ’nün avucuna düşmüş ve hepimiz FETÖ’nün bir tür kölesine dönüşmüş olacaktık.

 

Bu dönemin analizini yapmak isteyenlerin bu hususları akılda tutmalarında fayda var. Tabiî, ciddiye alınmak ve tarihte iz bırakmak istiyorlarsa.

 

 

- Advertisment -