Ana SayfaYazarlarYeni Suudi veliaht ne yapmak istiyor? (2)

Yeni Suudi veliaht ne yapmak istiyor? (2)

 

İlk yazımda, Suudi Arabistan’da Prens Muhammed bin Selman’ın kimliğini, beklenmedik şekilde yeni veliaht atanmasını, bu olayın öncesi ve sonrasında ülkenin iç ve dış politikasını etkileyen çarpıcı gelişmeleri vermeye çalıştım.

 

Bu arada, Suudi Arabistan’da gözaltına alınan prens ve işadamlarını konuşturma işinin ABD’nin ünlü (!) güvenlik şirketi (eski adıyla) Blackwater’a ya da (yeni adıyla) Academi’ye ihale edildiği; hattâ bu amaçla ve Kral Selman’ın oluruyla en az 150 uzmanın (?) getirildiğini, bir kaynak İngiliz Daily Mirror gazetesine fısıldamış.

Bu haberin gerisi de var. “Ilımlı İslam’a yönelimi ve reformları” müjdeleyen Veliaht Prens Muhammed bin Selman da sorgulara katılıyormuş. Katılıyormuş ama sadece önemli ve büyük mevzular söz konusuysa — ve kibarca sorular sormakla yetiniyormuş. O odadan çıkınca devreye giren Academi’nin tecrübeli uzmanları, araştırma ve sorgulamaları aynı kibarlıkta olmasa bile devam ettiriyormuş.  

 

Riyad trafiği ve tartışmalı istifasıyla gündemden inmeyen Lübnan Başbakanı Saad Hariri de Fransa’ya şöyle bir uğrayıp ülkesine döndü. Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın isteği üzerine, istifasını birkaç gün için ertelemiş görünüyor.

 

Güney sınırımızdaki Irak ve Suriye’de beş altı yıldır işgalleri, kıyım ve yıkımlarıyla büyük bir iç savaşın önde gelen aktörü konumuna yerleşen IŞİD ( DEAŞ veya DAEŞ) yenildi, bitti, tarih sahnesinden çekiliyor derken… Geride bıraktığımız Cuma günü Ensar Beyt el Makdis adıyla bir zombie gibi geri döndü ve Sufilerin Mısır’ın Kuzey Sina vilayetinin Bir el Abd kentindeki camii El Ravda’da 305 insanın yaşamını kaybetmesine sebep olan büyük bir katliamı gerçekleştirdi. İnsanların yüreği ağzında; tekrar başa mı dönüyoruz soruları yükseliyor.

Her neyse; bunları bir yana bırakıp, bu yazıda Suudi açılımının başka bazı yönlerini yansıtmaya gayret edeceğim.

 

Arap Baharı’nın kraliyet versiyonu mu?

 

Veliaht Prensin gelmesiyle birlikte olan bitenleri, devlet eliyle başlatılan bir nevi “Arap Baharı” olarak gören aşırı iyimser yaklaşımlara hem Türkiye’de, hem de başka bazı Müslüman ülke ve çevrelerde rastlanıyor. Hattâ bölge Müslümanlarının “makûs talihini”  değiştirecek bir gelişme olarak değerlendiren kalemlere bile rastlanıyor.

Çünkü olay, Suudi Arabistan gibi, böyle şeyler için en son akla gelebilecek ülkede cereyan ediyor.

 

Hiç şüphesiz bugün Suudi Arabistan’da mevcut durumdan hoşnut olmayan birçok kesim var. Bunların rejimden gördüğü baskılar Arap medyasına ve Batı basınına sık sık yansıyor.

 

Ama öte yandan, beklenmedik şeyler söyleyen ve yapan kişi, adım adım tahta yürüyen bir veliaht prens. Üstelik mevcut kral da iradesinin veliahtın arkasında olduğunu bütün kararlarıyla gösteriyor. Olayın böyle kafa karıştırıcı boyutları bulunduğu hesaba katılırsa, kimi kesimlerde ölçüsü kaçmış iyimser değerlendirmelerin yapılmasını bir ölçüde normal karşılamak gerekir.

 

Herkesin ve bizzat Suudi hanedanının bildiği açık bir gerçek söz konusu: Suudi Arabistan din anlayışı ve uygulamaları adına kendi yurttaşlarına da, şu veya bu sebeple orada bulunan yabancılara da  nefes aldırmayan, demokrasinin zerresi bulunmayan despotik bir rejime sahip.

 

İslâm tarihindeki özel rolü olmasa, Hacca gitmek Müslümanlığın farzları arasında sayılmasa, kutsal mekânlara ev sahipliği yapmasa ve petrolden kaynaklanan zenginliği bulunmasa, kolay kolay kimse kapısını çalmayacağını tahmin etmek zor değil.

 

Yıllardır İslâm adına terör uygulayan birçok örgüte ideolojik ve lojistik destek sağlarken fevkalâde devlet yardımı ve himayesine mazhar olan Vehhabilik mezhebinin, olanca geniş kadrosuyla iktidarın güçlü ortağı olduğu ise, yine herkesin bildiği bir sır.

 

El Kaide, Taliban, son olarak IŞİD (DEAŞ veya DAEŞ) ve bunların türevleri, başta bölgedeki Arap ülkeleri olmak üzere, Müslümanların olduğu birçok ülkede bulunuyor; dünyanın her yerinde silâhlı terör uyguluyorlar; ihtiyaç duydukları ideolojik gıdalarını halen Vehhabilik orijinli Selefî-cihadî radikal görüş havuzundan alıyorlar.

 

İşte kral olmak için çok beklemeyeceği öngörülen Veliaht Prens Muhammed binSelman,  böyle bir ülkede “ılımlı İslam” kavramını kullanıyor,  “reform”dan söz ediyor, “genç kuşakların önümüzdeki otuz yılını selefi radikalizme yedirmeyeceklerini” iddialı bir şekilde ileri sürüyor.

 

İktidardaki konumu, gücü, iradesi gün geçtikçe tartışmasız hale gelen yeni veliahtın siyasal bakışı ve niyeti her ne ise, planladığı şeylerin sürdürülebilir olma ihtimali keza buradan güç alıyor.

 

Kendisine muhalefet etmesi muhtemel kişi ve çevrelerin önemli bölümünü şu an itibariyle etkisiz hale getirmiş durumda.

 

Dolayısıyla ülke halkının, kadınların ve gençlerin, yabancısı ve yerlisiyle işçilerin günlük yaşamlarını bir nebze olsun rahatlatacağı varsayılan, ama henüz içeriğini tam bilemediğimiz “ılımlı İslam’a yönelme” vaatleri ya da “reformcu” adımlar, ister istemez ilgi, iyimserlik ve umutla karşılanıyor.

 

Bu bakımdan “aşağıdan kitle hareketiyle gelen Arap Baharı kanla bastırıldı; ne oluyor, şimdi yukarıdan despotik iktidarlar eliyle yenisi mi geliyor” gibi istihza yüklü yaklaşımlar bir gerçekliğe işaret etse de, Suudi toplumunda oluşan değişim beklentisinin de son derece önemli bir başka gerçeklik olduğu dikkate alınmalı.  

 

Birbiriyle çelişen durumlar yaşandığı, bir yandan kısmi “ özgürleşme” sözleri verilirken, diğer yanda sorgusuz sualsiz tutuklanmaların, baskıların, mülksüzleştirmelerin gerçekleştiği görülüyor.

 

Hanedan “reform” yapamaz mı?

 

Burada bir devlet projesi ve politikası söz konusu. Uluslararası amaçları ve bölgesel hegemonya güden yönleri var. Muhalefet sinmiş; kitlelerin seyirci olmaktan öte bir rolü yok.

 

Arap Baharı dalgasında gördüğümüz kitle hareketinin inisiyatifi, yaratıcılığı ve çekiciliği derseniz hiç yok. Her şey bir prensin, veliahtın etrafında dönüyor.

Gençler ve kadınlar sokaklarda değil; meydanlarda toplanmıyor; hicivli bir sosyal medya trafiği gözlenmiyor.

Bunların hepsi doğru.

 

Ama, nereye doğru gittiği ve nasıl bir şeye evrileceği kestirilemiyor da olsa, Suudi Arabistan’daki siyasal rejimi biraz olsun gevşetecek ve halkın gündelik hayatını kısmen rahatlatacak bazı olumlu adımların atılmasına, “Arap Baharı’nın ölçülerine yaklaşamıyor” diye burun kıvırmanın anlamlı bir yaklaşım olduğu son derece şüphelidir.

 

Çünkü, demokratik rejim tanımına girmeyen yönetimlerin de muhtelif toplumsal ihtiyaçlardan hareketle kimi zaman bazı reformlara girişebileceklerini hesaba katmak gerekir. Bunun sebebi hem ülke koşullarının, hem de dünyadaki değişimlerin zorlayıcılığı olabilir. Türkiye dahil bir çok ülkede benzeri durumlar yakın tarihte de, günümüzde de görüldü.

 

Suudi Arabistan örneğinde, söz konusu adımların hem bir devlet ve hanedan politikası olarak, hem de muhtemelen ABD ile sıkı fikir birliği içinde yürürlüğe konması da durumu değiştirmez.

 

Suudi monarşisinin yeni siyasal aktörü, belli ki bir yandan ekonomik ve siyasi sürdürülebilirliğe, diğer yandan bölgesel hegemonya konusuna ağırlık vererek, bir süredir bariz tıkanma belirtileri sergileyen bu ülkenin yeni geleceğini projelendirmeye çalışıyor.

Bazı bakımlardan ihtiyatlı bir iyimserlik göstermek kimseye zarar vermez.

 

Hazana dönen baharda ne vardı?

 

Hatırlanacağı gibi, içinde değişik motivasyonlarla yer alan organize gruplar bulunsa da, Arap Baharı’na mekân olan ülkelerin hemen hepsinde son derece karma bir muhalif halk hareketliliği söz konusu oldu.

 

Tunus’da polisin müdahalesiyle karşılaşan bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla başladı; bölge monarşileri ve diktatörlüklerini sarsan büyük, aşağıdan yukarı halk hareketleri yaşandı.

 

Baasçı, Nasırcı, Kaddafici diktatörlüklerin değişmesi için gençler, kadınlar, aydınlar ve organize muhalif gruplar sokaklara çıkıp, değişik formlarda görünür oldu.

 

Meydanlarda esen hava esas itibariyle barışçıydı. Söz konusu ülkelerde iktidarlar olmadık baskıları, provokasyonları, gözaltı ve tutuklamaları epey sürdürdüler. Hattâ tek tek muhalifleri köşeye sıkıştırıp öldürmeyi denediler. Ama bu direnişlerin barışçı niteliği bozulmadı.

 

Bu niteliğiyle özgürlük hareketleri dünyaya yeni bir umut kaynağı olmaya, Ortadoğu insanı ve coğrafyası hakkındaki yargıları yıkmaya başlamıştı.

 

Arap Baharı sokakta ve meydanlarda hayatiyet bulan bir kitle hareketi ve muhalefeti üzerinde yükselmişti.

Bu hareketler hemen her yerde taleplerini demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü, adalet,  hukuk, refah ve eşit paylaşım gibi kavramlar etrafında dile getirdi. Bu doğrultuda çeşitli etkinliklerle görünür oldu ve meydanları doldurdu.

 

Ancak, uluslararası güç odaklarının beklentilerinin dışında ve mevcut düzeni değiştirme kapasitesi taşıyan bir özgürlük hareketinin ortaya çıkmasıyla, Batı’nın bu hareketten desteğini çekip müesses nizamın güç odaklarına destek vermeye başlaması fazla uzun sürmedi.

Ülkeler kaos, yıkım ve parçalanmayla karşı karşıya kaldı. Yüz binlerce insan yaşamını yitirdi.

 

O ülkelerin direnen kitlelerinin haklılığına ve demokratik taleplerine sırt çevirip, Mısır’ın darbecisi General Sisi ve benzerlerine ânında kucak açmak, herhalde siyasal etik ve ahlâk adına Batı’nın yüz karasıydı.

 

Sönen Arap Baharı dalgasından geriye bir tek Tunus kaldı. Raşid Gannuşi ve En Nahda hareketi, içinden geldikleri Müslüman Kardeşler geleneğini aşan bir dönüşüm yaşayarak, aslında bütün Müslüman coğrafyasına demokratik, barışçı, uzlaşmacı ve çoğulcu bir rejim inşa etmenin eşsiz bir örneğini verdiler.

 

Sonu hüzünlü olsa da Arap Baharı’nda yeşeren Tunus örneği, daha uzun yıllar Müslümanlara ve bölge ülkelerine esin kaynağı olmaya devam edecek gibi görünüyor.  

Gelecek yazı: Zorlanan ekonomi ve petrolsüz gelecek korkusu.

 

 

 

 

- Advertisment -