Ana SayfaYazarlarTunus başardı; ya Türkiye?

Tunus başardı; ya Türkiye?

 

AK Parti-MHP ortak yapımı anayasa değişikliği teklifi Meclise geldiğinden beri, ülkenin siyasi tansiyonu istikrarlı bir şekilde yükseliyor.

 

Anayasa Komisyonu’ndaki görüşmelerde bardaklar, pet şişeler havalarda uçuşmuş, milletvekilleri hakaret ve küfürler eşliğinde birbirlerinin üzerine yürümüştü. Partiler arasında bir mutabak oluşmayacağı, AK Parti’nin başkanlık modelindeki ısrarı nedeniyle zaten baştan belliydi. Belli olmayan ise, uzun zamandır ve ısrarla “başkanlık sistemine karşı olup parlamenter sistemi savunduğunu” söyleyen MHP’nin, bu konuyu gündeme getirmekle ne elde etmeyi amaçladığıydı.

 

Bu konu yeterince aydınlanmamakla beraber, bu partinin de “başkanlık sistemi”ne her nasılsa angaje olduğu belli olmuş; AK Parti milletvekillerinin bir bölümünün itirazlarını karşılamak ve referanduma gidişin kapısı olan 330’u riske sokmamak adına teklifteki madde sayısı 18’e düşürülerek paket TBMM Genel Kurulu’na indirilmişti.

 

Doğrusu TBMM genel kurulundaki görüşmeler daha ilk andan itibaren harareti yüksek tartışmaları da geride bırakıp adeta salonu 550 kişilik bir boks ringine çevirdi. Bu tablo içinde boynu sıkılan kadın milletvekilleri, burnu kırılanlar, saçı çekilenler, sırtından yumruk yiyenler, yerlerde sürünenler, ayak bileğinden ısırıldığını ileri sürenler, küfür edenler ve küfür yiyenler gündemde kendilerine ayrılan yeri usulünce aldılar. Dünya medyası da TBMM’nin bu halini hak ettiği ölçüde duyurmadan edemedi.

 

Teklifin ortakları geniş katılımlı ve uzlaşmaya dayalı bir süreç içerisinde, sorunlarımızı demokrasinin evrensel değer, ilke ve kurumları çerçevesinde çözmemizi kolaylaştıracak modern bir anayasa yapmamız yerine, Türkiye’yi en kısa zamanda toplumsal husumet üretmeye namzet anayasa hazırlama liginde yarışmaya sokmuşçasına bir hengame içinde birinci tur görüşmelerin tamamlanmasını sağladılar.

 

Dikkat, tansiyon yükseliyor!

 

Ben de naçizane, Serbestiyet’te yayınlanan Başkanlık sistemi ve düello (20 Kasım 2016) ve Kaos günlerinde referandum (27 Aralık 2016) başlıklı yazılarımda, bu konunun iktidar tarafından ele alınış üslubu ve madde içerikleri itibariyle, teklifin Türkiye’nin toplumsal ve siyasal çeşitliliğini kucaklaması ihtimalinin çok zayıf olduğunu belirtmiştim. Ayrıca, ülkenin içinde bulunduğu mevcut sorunlar nedeniyle de, hem bugünü hem geleceği ciddi ölçüde gerilimli bir sürece sokma riski taşıdığını ifade etmeye çalışmıştım.

 

Taiwan, Ukrayna, Güney Kore meclislerinin mutat sahneleri bizde de yaşanmaya başlayınca, bir kez daha “Mecliste bunlar yaşanıyorsa, mahallede, sokakta, kahvede neler yaşanmaz” diye içimden geçirmedim desem yalan olur.  

 

Durumun aslında farkında olan ve gidişattan endişe duymaya başlayan AKP- MHP ittifakının liderleri bir yandan ortalığı yatıştırmaya çalışır görünüyor; diğer yandan milletvekillerine “teklif Meclisten geçmezse erken seçime gidilir” tehdidini savuruyor.

 

Ara bilanço

 

TBMM’de neredeyse ikinci tur görüşmelerin başlayacağı günlere gelmişken küçük bir ara bilanço çıkaracak olursam, vaziyet şöyle:

 

Bir süre önce eski TBMM başkanı Cemil Çiçek’in girişimiyle AK Parti-CHP-HDP-MHP bir araya gelmiş ve 60’ın üzerinde maddede uzlaşma sağlanmış, hattâ madde yazımı yapılmıştı. Şimdi bunların yüzüne bile bakılmadı.

 

15 Temmuz 2016 FETÖ’cü darbe girişiminin püskürtülmesinden sonra, Eylül 2016 içinde AK Parti, CHP ve MHP üçlü olarak TBMM Anayasa Komisyonu’nda dokuz toplantı yapıp yedi maddede tam mutabakat sağlamışlardı. HDP’yi dışlayan o “uzlaşma” da şimdi çöpe atıldı.

 

Teklif esas itibariyle toplumsal bir ihtiyaç ve mutabakat üzerinde yükselmeyip, sadece AK Parti’nin, hattâ bu parti içinde sanki bir kesimin projesi gibi gözüküyor. Bir kişiye göre tasarlandığı ve ondan sonrasının çok umursanmadığı izlenimini veriyor.

 

Milletvekilleri dahil toplumun fazla haberdar olmadığı ve tartışma imkanı sağlanmayan, nedense hızlandırılmış bir anayasa değişikliği süreci söz konusu. Halk bir türlü nelerin döndüğünü, kimin ne savunduğunu, kimin neye itiraz ettiğini anlayamıyor.

 

Bu değişiklik teklifini toplum içinde yaygın bir şekilde ve muhtelif yönleriyle tartışmanın, teklife “hayır” demenin, aleyhinde propaganda yapmanın neredeyse imkânsız, FETÖ’cü damgası yemenin ise çok kolay olduğu; belirli bir psikolojik baskı ve sindirme ikliminin oluştuğu; OHAL şartlarının demokrasi dışı uygulamalara yol açtığı; merkezi ve yerel yöneticilerin bu durumdan yararlanma istidadında olduğu gözleniyor.

 

Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidar partisi AK Parti, uzun bir süreden beri Türkiye’nin bir beka sorunuyla karşı karşıya bulunduğunu; yeni bir Sevr dayatmasının söz konusu olduğunu; bazı Batılı büyük devletlerce Irak ve Suriye’de devreye sokulan bölgenin yeniden dizaynı programına ülkemizin de dahil edilmek istendiğini söylüyor.  15 Temmuz darbe girişimi ile fiili bir işgal hareketiyle karşı karşıya kaldığımızı; yoğun terör saldırılarıyla siyaseten ve döviz operasyonlarıyla da iktisaden istikrarsız hale getirilmek istendiğini; inanç, kültür, etnik kimlik gibi riskli fay hatlarının harekete geçirilmesi suretiyle iç savaş çıkarılmak istendiğini ileri sürüyorlar.

 

Bunun önüne geçmek için de sürekli olarak ülkede birliğin önemine işaret ediyor; Yenikapı Ruhu’na bu bakımdan büyük değer veriyorlar. Ama nedense, söylediklerinin tersi sonuçları üreteceğ, birleştirmek bir yana toplumu iyice bölüp kamplara ayıracağı gün gibi aşikar olan “cumhurbaşkanlığı görünümlü başkanlık” projesini gündeme getirmekten sakınmıyorlar.

 

Üstelik gerek AK Parti, gerekse MHP çevreleri, bu projeyi doğru dürüst savunamıyor da. Demokratikleşme ve toplumsal ilerleme adına bu projede hiçbir şey olmadığının; bu bakımdan önceki önemli anayasa değişiklikleriyle bir bağlantısı bulunmadığının kendilerinin de farkında olduğu gibi bir algı doğuyor. Hatta bazen savunma adına, Atatürk ve İnönü örneklerinden söz edip, ancak dünyanın iki savaş arası diktatörlükler döneminde olağan sayılan model ve uygulamalara sığınmayı seçiyorlar. Alâkasız ülkelerdeki uygulamaları örnek göstererek ikna çabasına giriyorlar. Uzlaşma kültüründen gittikçe uzaklaşıyor, hiçbir anlamı olmayan “koalisyonlardan kurtulacağız” retoriğine sarılıyor ve çoğunluğun her zaman istikrar getireceği gibi siyaset dışı iddialarda bulunuyorlar.  

 

Toplumun  örgütlü ve örgütsüz bütün kesimlerinin, siyasi partilerin ve milletvekillerinin önemli bölümünün devre dışı kaldığı, OHAL koşullarının ise muhaliflerin siyasal katılımını neredeyse tamamen ortadan kaldırdığı bir durumda,  AK Parti ile MHP’nin kapalı kapılar ardında kotardığı bir anayasa değişikliğinin demokratik ve katılımcı olduğu/olacağı, toplumsal uzlaşmayı sağladığı/sağlayacağı söylenebilir mi?

 

Açık konuşalım; bu, bir toplumsal mühendislik projesi olarak yukarıdan, hem de çok çok yukarıdan gelen, ülkedeki toplumsal ve siyasal yelpazeyi ise pek de umursamayan bir proje. Böyle yukarıdan projelerin sadece Kemalist Jakobenlere mahsus olmadığını görünce, insan ister istemez  ‘hayat sen nelere kadirsin’ demekten kendini alamıyor.   

 

AK Parti, malum, Türkiye’nin siyasal İslam geleneğinden gelen, Milli Görüş’ün içinden çıkan ama ondan ayrılarak vücut bulan bir parti. AKP’nin 2002 sonundan beri sergilediği başarılardan, özellikle Ortadoğu’da bir çok siyasal akım ve parti etkilenmişti. Onu örnek almaya çalışanlar görülüyordu.

 

Böylesine etkilenmelerinin haklı yönleri vardı. AKP demokratik mücadelede ısrar etmişti. Uzlaşma ve demokratik kurallara sadakat kültüründe ciddiydi. Uzun zaman düzenin kıyılarına itilmiş bulunan dindarları iktidara taşımayı başarmıştı. Vesayeti geriletmiş, ekonomiyi güçlendirmiş, AB’ye üyelik konusunda ciddi adımlar atmış ve Kürt sorunu gibi köklü bir konuda cesaretli açılımlarda bulunmuştu.  Şimdi çok gerilerde kaldı ama, o dönemde iktidarda kendini yalnızlaştırma eğilimi görmüyorduk. Herkesi kucaklamaya olabildiğince ihtimam gösterdiğini az çok hatırlıyoruz.

 

Şimdi ise herşey tersyüz olmuş gibi. Tunus Türkiye’nin değil, Türkiye tunus’un gerisinde kaldı. Devam edeceğim.

 

- Advertisment -