Ana SayfaYazarlarTartışma ihtiyacı

Tartışma ihtiyacı

 

15 Temmuz darbe girişiminin merkezinde Nur hareketinden gelen Fethullah Gülen Cemaati’nin bulunması, önceki darbeler dikkate alındığında farklı ve beklenmedik bir durumdu.

 

Bu başarısız darbe, tarikat ve cemaatlerin içyapıları, kapalı dünyaları,  hedefleri, siyaset ve ticaretle kurdukları ilişkiler konusunda bütün toplumda, özellikle de muhafazakâr kesimlerde giderek artmakta olan ciddi soru işaretlerine ve gelecek açısından umut veren tartışmalara yol açacağa benziyor.

 

Bu konuda geçtiğimiz günlerde bazı dikkat çeken gelişmeler yaşandı.

 

Said Yazıcıoğlu, İmam Maturidi’yi gündeme getirdi

 

Başbakan Binali Yıldırım’ın eski bakanları toplayıp son dönemde yaşananlar hakkında görüşlerini aldığı, basına yansımıştı. Bu toplantıya katılanlardan, Diyanet İşleri eski başkanı ve eski devlet kakanı Said Yazıcıoğlu’nun da bir konuşma yaparak, dindarları etkileyen FETÖ türü yapıların önünü almak için İmam Maturidi (*) teolojisinin Diyanet İşleri aracılığıyla güçlü bir şekilde ve yaygın olarak anlatılması gerektiğini ifade ettiği basına yansımıştı. Bu konuşma ve yaklaşımın söz konusu toplantıya katılanlar tarafından dikkatle izlendiği ve oldukça ilgiyle karşılandığı da ifade ediliyordu.

 

Diyanet İşleri Başkanı Görmez,

cemaatlerin dikkatini çekti

 

Kurban Bayramı’na girerken Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez de gazetecilerle yaptığı sohbette, dini cemaatleri ve itikadi grupları siyaset ve ticarete gösterdikleri ilgi nedeniyle eleştirdi; inanç dışı alanlardan uzak durmaları ve asli varoluş nedenlerini unutmamaları gerektiğini belirtti. FETÖ ve yaptıkları nedeniyle ister istemez dikkatlerin cemaatlerin üzerinde toplandığı bir dönemde Diyanet İşleri başkanının böyle bir uyarıda bulunması kamuoyundan genel bir destek gördü. 

 

Karar gazetesinin yazarları konuya eğildi

 

Konu, Karar gazetesi yazarları Elif Çakır ve Mehmet Ocaktan’ın da kafalarını meşgul ediyor olmalı ki, 7 Eylül 2016 tarihinde sorunu köşelerine taşıdılar. Elif Çakır, Said Yazıcıoğlu ile yaptığı görüşmenin bazı bölümlerini okuyucularına aktardı. Bu görüşmede Said Yazıcıoğlu, başbakanın düzenlediği toplantıda söylediklerini tekraren etraflıca açıklıyor ve Maturidi’nin ihmal edilmesinin bedelini ödediğimizi ileri sürüyordu.

 

Hasan Onat: “din ve siyaseti

özdeşleştiren çarpık anlayış”

 

Mehmet Ocaktan ise, bir süre önce yapılan bir sempozyuma tebliğ sunan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hasan Onat’ın ifade ettiği görüşlere gazetenin aynı günkü sayısında yer verdi. Bu tebliğde Prof. Onat’ın “Müslümanların şiddet sarmalından çıkabilmeleri, İslamı bir tür siyasal ideolojiye indirgeyen, bütün çözümleri ‘iktidar’ı ele geçirmekte gören, din ve siyaseti özdeşleştiren çarpık anlayıştan kurtulabilmelerine bağlıdır. Bu doğrultuda görüşleriyle bize ışık tutabilecek tek isim İmam Maturidi’dir” dediğini aktardı.

 

Gannuşi: Din ve siyaseti ayırma kararı aldık

 

Hürriyet gazetesi yazarlarından Taha Akyol da,  15 Eylül 2016 tarihli yazısında Diyanet  İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in dini cemaatlere yaptığı uyarıdan hareketle, Müslüman Kardeşler geleneğinin Tunus’daki önde gelen partisi En Nahda’nın 10. Kongre’sinde aldığı karara ve lideri Raşid Gannuşi’nin konuyla ilgili olarak Fransız Le Monde gazetesine verdiği röportajda söylediklerine dikkat çekti.

 

Gannuşi bu röportajda “Siyasi faaliyetleri dini faaliyetlerden tamamen ayırmak istiyoruz. Bu siyasetçiler için iyi olacak çünkü artık çıkarları için dini manipüle etmekle suçlanmayacaklar. Din için de iyi olacak çünkü din siyasetin rehinesi olmayacak” diyordu.  Taha Akyol ise kendi yaklaşımı olarak, demokratik siyasetin görevinin fikir, ifade, din ve vicdan hürriyetini AİHM içtihatları çerçevesinde gerçekleştirmek olduğunu belirtip, bizde sosyal, dini ve siyasi grup ve partilerin “kamu kurumlarının tarafsızlığı” konusuna doğru yaklaşmadığına; “bizden” kayırmacılığının yaşandığına vurgu yaptı. Bu durumun “liyakat, ehliyet, profesyonellik ve performans” gibi değerlerin aşınması ve zayıflamasına yol açtığını belirtti.   

 

Prof. Erol Göka: “saçma sapan

tartışmalardan başımızı kaldırmak”

 

Yeni Şafak gazetesinden Prof. Erol Göka,18 Eylül 2016 tarihli yazısında tartışma ihtiyacına dikkat çekerek, “saçma sapan tartışmalardan başımızı kaldırıp artık gerçek sorunları konuşmalıyız” uyarısının devamında, “sivil alandaki tüm taraflar da, devletin çatışma-dışı kalması ve liyakat sisteminin (meritokrasi) galebesi için ellerinden geleni yapmalıdır. Siyaset alanı, elbette herkese olduğu gibi dini topluluklara da açıktır lakin dini topluluklar da devlette kendi güç ve etkilerini artırmak için değil ortak iyi için hareket etmek zorundadırlar” diyerek, konunun önemine işaret edenlere katıldı.

 

AK Parti Kadın Kolları Genel Başkanı:

Laiklik ülke için bir teminat

 

Tam bu esnada AK Parti Kadın Kolları Genel Başkanı Selva Çam, 81 ilin başkanlarının katılımıyla düzenleyecekleri konferans hakkında gazetecilere bilgi verirken, kadınların artık özgürlüklerine çok kıymet verdiklerini, bunun da o gece darbe girişiminin önlenmesi sırasında çok sayıda kadının sokağa çıkmasıyla görüldüğünü ifade etti. Laikliğin önemine işaret ederek, “laiklik ülke için bir teminat. Bunda hiçbir çekince yok” dedi. AK Partili bir kadın yöneticinin bu vurguyu yapma ihtiyacını hissetmesi son derece dikkat çekti ve açıklama hemen bütün medyada yer aldı.

 

*          *          *

 

Eminim daha ayrıntılı bir okuma ve araştırma yapıldığında, başarısız darbe girişimi sonrasında hem dindar muhafazakâr kesimlerden, hem laiklerden epey benzer değerlendirmelerin yapıldığı görülecektir.

 

Görünen o ki, tartışma zorunlu bir ihtiyaç; siyasal ve toplumsal şartlar ise kaçırılmayacak bir fırsat. Ama böyle bir tartışmaya bütün toplumsal kesimlerin önyargılarını bir kenara iterek katılmaları o kadar kolay mı? 

 

Cemaatler sosyolojik bir olgu

ve belirli rolleri var

 

Malum; toplumun bir kesimi dini cemaatlerin varlığını, gücünü ve etkinliğini bir sorun, hattâ kendi varlığı ve geleceği için bir tehlike ve tehdit olarak görüyor. Halbuki cemaatler, dinlerin kendi içindeki anlayış ve uygulama farkları, bölge ve etnisite farkları, çıkar ve iktidar hırsları, vb. nedenlerle oluşan gruplaşmalar. Dinler tarih önüne çıktığından beri, cemaatler de kendini değişik biçimlerde ortaya koydu, koyuyor.

 

Bazılarının kendilerini bugüne taşımış olmaları da esasen bir sorun değil. Çünkü, bu bize onların meşruiyetlerini zaman içinde oluşturup geliştirdiklerini, insani ve fonksiyonel yönlerini pekiştirdiklerini, tarihsel ve sosyolojik bir realite olarak karşımızda bulunduklarını gösteriyor.

 

Yok sayılmaları, görmezden gelinmeleri, toplumun sırtında yük sayılmaları; devlet girişimiyle veya başka yollardan yok edilmeye, tek tip içine sokulmaya çalışılmaları, hem nafile bir çaba, hem de özü itibarıyla demokrasi ve halk karşıtı bir yaklaşım olur.

 

Zaman içinde ve bulundukları coğrafyanın ve ülkelerin koşullarına göre epey değişim geçirdikleri de bir başka gerçek. Bundan sonra da hem kendi iç dinamikleri sonucu, hem ülke olarak yaşadıklarımız nedeniyle değişim ve dönüşüm geçirecekleri de aşikâr. Bu nedenle onları statik oluşumlar olarak görmemeli; canlı, dinamik yapılar oldukları dikkate alınmalıdır.

 

Dayatmalar hem faydasız,

hem de gerilim ve çatışma sebebi

 

Gelinen nokta itibariyle onlara mutlak doğru-yanlış, haklı-haksız kavramları çerçevesinde bakamayacağımız da belli.  Aynı ülkenin vatandaşları olarak bizi ilgilendiren, şiddetsiz, terörsüz,  baskısız, dayatmasız, ötekileştirme içermeyen, hayat tarzlarına karşılıklı saygıyı tesis eden, demokratik ve herkese eşit fırsat tanıyan bir siyasal sistemde ve barış içinde yaşama ilkelerinin ülkeye hakim kılınması.

 

Bu ilkelere hep birlikte sadakat gösterilmesini ve geliştirilmesini gözetmeliyiz. Devletten de buna yaşam hakkı tanıyan ve böyle bir sistemi kalıcı kılan düzenlemelere gecikmeden gitmesini istememiz ve beklememiz, her halde yanlış olmayacak.

 

Bunun ötesinde, böylesi din, inanç ve kültür topluluklarının iman, ibadet ve yaşam tarzı gibi iç alemlerine, ya da bu bağlamda kendilerine biçtikleri fonksiyonlara dış müdahaleyle çeki düzen vermeye çalışmak, işi çıkmaza sokar. 

 

Bu yönde bir söylem inşa etmek, tedbirler geliştirmek, devleti dayatmalara teşvik etmek, ne geçmişte sonuç alınabilen bir yaklaşımdı, ne de bugün bizim işimiz olmalı. İşin o boyutu bireylerin tercihi olmalı ve söz konusu inanç kümelerinin kendi iç süreçlerini ilgilendiren bir konu olarak kalmalı.

 

Zaten, Cumhuriyetin kuruluşundan ve bazı devrim yasalarının dikte edilmesinden sonra geçen yıllar, bize cumhuriyet ile bu realiteyi demokratik bir siyasal zeminde buluşturmaktan gayri çıkış yolu olamayacağını, sanıyorum yeterince gösterdi.

 

Küreselleşen cihadi-selefi terör ve yükselen endişeler

 

Hatırlanacağı gibi, ABD’de İkiz Kulelere yapılan saldırıdan ve karşılığında Irak’ın işgalinden sonra iyice küreselleşen cihadi-selefi örgütlerin kıyım boyutuna varan eylemleri, özellikle Batı’da bazı çevrelerin ideolojik ve politik hesaplarıyla da aynı paralelde buluşunca, dikkatler ister istemez Müslüman cemaatler ve toplumlar üzerinde yoğunlaştı.

 

En son IŞİD’ın beş altı yıldır gerek hemen güney sınırımızda, Irak ve Suriye’de tırmandırdığı, gerekse bir şekilde ülkemizin içine taşıdığı katliam ve vandallıklar, iç kamuoyumuzda benzer bir durum yarattı. Gözler bazı tarikat ve cemaatlerin devlete ve topluma kapalı yapılarına; devlet, siyaset ve ticaretle kurdukları kaygı veren ilişkilere kaydı. AK Parti ve hükümetlerinin Fethullah Gülen Cemaati’yle sonu bir hayli trajik biten ilişkisi, zaten böyle bir ilgiyi yeterince hak ediyordu.

 

Ancak, yıllar içinde oluşmuş kutuplaşma kültürü ve ötekileştirme anlayışı, kuvvetli önyargılar, iktidar ve muhalefet anlaşmazlıkları, hayat tarzı kaygıları sonucu ve daha bir çok nedenle, bu konular laiklerle muhafazakârlar arasında, sert polemiklerden öteye geçen, birbirini anlayan, serinkanlı bir tartışma ve ortak arayışa konu olamadı. Geleneksel ötekileştirme söylemleri ortama hakim hale geldi.

 

Bir musibet, bin nasihatten evlâymış

 

Ne zaman ki, 15 Temmuz’da tarihimizin gördüğü en kanlı darbe girişimiyle karşılaştık ve ne zaman ki, bu darbenin tam göbeğinde, bir zamanlar AK Parti hükümetlerinin epey desteğini alan, itibar ve ihtimamla karşılanan Fethullah Gülen Cemaati ve mensuplarının bulunduğu bir resim ortaya çıktı… İşte o andan itibaren durum değişti ve birlikte tartışma imkânı doğmaya başladı.

 

Bunun yine de çok kolay olmadığı; şartlar eskiye göre bir hayli değişmiş bile olsa, toplumsal öznelerin kendilerini böyle bir tartışmaya psikolojik ve politik bakımdan yeterince hazırlamadıkları görülüyor.

 

Tartışacaksak beraber tartışalım

 

Ancak,  bu noktada yeterli hazırlık olmasa da, geçmişin ağırlıklarına ve alışkanlıklarına teslim olmadan, samimiyet ve kararlılıkla mesafe kaydedilebilir ve bütün toplumun yararına sonuçlar verebilecek bir tartışma gerçekleştirilebilir.

 

Böyle bir tartışmanın yalnızca muhafazakârlar arasında olabileceği yaklaşımı ise her halde doğru olmaz. Yaşanan olumsuzlukların sonuçlarından birlikte etkilenen muhafazakârların ve laiklerin, yalnızca kendi dünyalarına dönük yürütecekleri bir tartışma, Türkiye’ye bir şey kazandırmaz.

 

Meseleyi “doğru inanç hangisidir” gibi (öznel, dolayısıyla sonuçsuz kalmaya mahkûm) bir noktaya çekmeden, inanç ve itikad tercihlerini inananların kendilerine bırakarak, demokrasi içinde birlikte yaşamanın hukukunu ve ilkelerini ortaya çıkarmaya çalışabiliriz. Ortak değerlerimizin sayısı ve çıtasını yukarı çekmeye azami gayreti birlikte gösterebiliriz.

 

Devletin kendi sosyal fonksiyonlarını hakkıyla yerine getirmemesinin yarattığı boşlukların kimi cemaatler tarafından doldurulmasının sorumlusu olarak cemaatleri görmekten vazgeçip, TBMM’yi ve hükümeti söz konusu devlet zaaflarını süratle gidermeye zorlayabiliriz.

 

Siyaseti etkileyebilelim,

ama ilişkiler saydam olsun

 

Siyasetin her dönemde, muhtelif konular etrafında kalıcı ya da geçici olarak kümelenen yurttaş toplulukları tarafından etki altına alınabileceğini, bunun olağan olduğunu kabul etmeliyiz. Çıkar kümelerinin, temsil ettikleri kesimlerin lehine siyasi ve iktisadi paylaşımdan azami sonucu almak istemelerinin demokratik bir hak olduğunu anlamalıyız.

 

Cemaatleri de bu kapsamda değerlendirmemiz gerekir. Bir yandan bunu olağan görürken, diğer sivil toplum yapılanmaları gibi onların da, devletle, toplumla, siyasetle kurdukları ve kuracakları ilişkilerin hem saydam olmasını, hem de ortak değerlere, yasalara ve demokratik işleyişe aykırı olmamasını savunabiliriz.

 

Devlette ve siyasette aradığımız hukuka uygunluk  ve saydamlık kadar, sivil alandaki STK’lar, cemaatler, vakıflar, dernekler ve benzeri yapılanmaların da, mensuplarıyla kurdukları ilişkide aynı özellikleri aramalıyız. Bu hukuk uygunluk ve saydamlık arayışını yalnızca iyi niyet ve keyfi tercihe bırakmak yerine, sürdürülebilir ve denetlenebilir bir sisteme oturtulmasını isteyebiliriz.   

 

Çözümler aynı eksen üzerinde gibi

 

Bu sorunu yalnız Türkiye yaşamıyor. Bütün Müslüman coğrafyasında benzeri bir durum var. Üstesinden gelme yönünde ise, yukarıda aktarmaya çalıştığım üzere, ciddi bir anayasal hamle yapıp siyasetle dinin yollarını ayıran Tunus örneği de var,  Senegal gibi, cemaat ve kabilelerin kesinlikle siyasetin dışında kaldığı, kimi durumlarda hakemlik rolü yapmakla yetinenler de.

 

Türkiye demokratik birikimiyle, özgürlükçü laiklik doğrultusundaki kapasitesiyle, halen koruduğu anlaşılan AB standartları gibi hedefleriyle, 15 Temmuz’da yaşadığı darbe girişiminin ortaya serdiği inkâr edilmez gerçeklerden sonra, sanıyorum bu sorunu demokrasi kalitesi ve çıtasını epey yüksek tutan bir şekilde çözebilir.

 

Bunu istemek hepimizin hakkı.

 

NOTLAR

 

(*) İmam Maturidi: Asıl adı Ebu Mansur Muhammed bin Maturidi’dir. Hanefi mezhebine mensup olup itikat imamı olarak tanınmaktadır. Bugünkü Özbekistan’ın Semerkand şehrinde Matürid isimli köyde 863’de doğmuş ve 944’de ölmüştür. Hanefi inancı, anlayışı ve ilkelerine dair en kapsamlı eseri Kitabüt-Tevhid’dir. Günümüzde Hanefi mezhebinden olanlar onun teolojik görüş, anlayış ve ilkeleri doğrultusunda bir inanç yaşamını sürdürüyor.

 

- Advertisment -