Ana SayfaYazarlarSol TSK’daki değişikliğe nereden bakıyor?

Sol TSK’daki değişikliğe nereden bakıyor?

Darbeden sonra OHAL ilan eden hükümet, ilk iş olarak bir “kanun hükmünde kararname” (KHK) ile TSK’nın komuta ve kuvvet yapılanmasında değişiklik yaptı. Ağırlığını okulların teşkil ettiği askeri kurumların çoğu siyasi iradenin kontrolü altında alındı.

 

Askeriye alanında yapılan Cumhuriyet döneminin bu en kapsamlı değişimi karşısında, yıllardır orduda reform isteyen soldan, özellikle de sosyalist soldan kayda değer bir ses çıkmadı. Bu sessizlik, görmezden gelme ve/ya geçiştirme halinin bir nedeni ve anlamı olmalı diye düşünüyorum.

 

Değişimi, Fethullahçı 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı “bulunmaz bir siyasal iklim ve fırsatta, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin kendi siyasal gündemleri yönünde,  gerçekleştirdikleri hakiki sivil darbenin somut tezahürü” olarak değerlendirenlerin varlığı, olayları kavrama kapasitem hakkında beni şüpheye düşürüyor.

 

Sol, askerin yapılanmasını hep eleştiri konusu ederdi

 

Bilindiği gibi sol, özellikle de sosyalistler, hemen her zaman, demokratik bir siyasal rejimde ordunun rolünün tamamen yurt savunmasıyla sınırlanmasını ve iç güvenlikten elini çekmesini istemiştir. Vesayeti simgeleyen kurumların tasfiye edilmesini, siyasal ve topluma alana milliyetçi ve militarist müdahale düşünceleri ve uygulamalarına son verilmesini savunmuştur. Ordu bütçesinin mümkün olduğunca temel toplumsal ihtiyaç alanlarının gerisinden gelmesinde ısrar etmiştir. Askeri faaliyetlerin ve harcamaların ilgili sivil uzman kurumlar ve TBMM tarafından açık olarak incelenmesi ve denetlenmesini, söylem düzeyinde de olsa hep ifade etmiştir.

 

Kendilerini halen solda tanımlamakla beraber basbayağı milliyetçi olan çok küçük ve az sayıdaki parti hariç, geride kalan sol ve sosyalist partilerin hemen tümü, yukarıdaki görüşleri programlarında ve seçim bildirgelerinde kamuoyuna duyurdular. Hattâ parlamentoda temsilcileri ve grubu olanların, örneğin HDP’nin, özellikle bütçe görüşmeleri sırasında veya askerin bahsinin geçtiği her olayda, bu açıdan epey radikal sayılabilecek görüşlerini samimiyetle ifade ettiği tutanaklarda yer aldı ve medyaya yansıdı. Asker ve yapılanması hakkında radikal bir reform önerisinin son derece önemli unsurları sayılabilecek bu görüş ve eleştiriler, küçümsenmeyecek ölçüde ilgi de gördü.

 

Ama nedense, OHAL şartlarında ve AKP tarafından KHK ile yapılan değişikliğin gerçekleştiği günlerde konuyu bu cenahtan hak ettiği ciddiyetle ele alan, eleştiren veya daha da derinleştirip alternatif reformlar önerenler pek çıkmadı veya duyulmadı.  Bazılarının program ve bildirgelerinden mealen aldığım cümleleri okuduğunuzda bana hak vereceğinizi düşünüyorum.

 

Programlar da askerin yapısı değişsin diyor…

 

HDP, parlamentoda olması, temsil ettiği kitle ve temel gündemi (Kürt Sorunu) bakımından bu partiler arasında doğal olarak öne çıkıyor. Bölgede uzun süren sıkıyönetim, geçmişin OHAL uygulamaları ve yaşanan silahlı çatışmalar çerçevesinde temel aktör hep askerdi. Gündelik hayatta da askerin etkin ve asli bir rejim unsuru haline gelmiş olması nedeniyle, elbette HDP’nin söyleyecek çok sözü olacaktır.   Sözünden öte, tavrı de konuyu değerlendirmek yönünden önem taşıyacaktır. 

 

HDP,  çoğu kez kamuoyuna da yansıdığı gibi, özellikle “MGK’nın feshini, Milli Siyaset Belgesi’nin reddini, Askeri Yargının kaldırılmasını, ‘vicdani red’din kabulünü, isteyenin zorunlu askerliğini kamuda görev alarak yapmasını” teklif ediyor. “Ordu bütçesi ve asker sayısında azaltmaya gidilmesi, Sayıştay ve TBMM tarafından açıkça denetlenmesi, devlet sırrı kavramının değiştirilmesi ve daraltılması” vb konularına programında, seçim bildirgesinde, sözcülerinin Meclis çalışmalarında ve kamuoyuna yaptıkları açıklamalarda yer veriyor.

 

Ayrıca, TBMM genel kurul ve komisyon çalışmalarında bu partinin temsilcilerinin sözü edilen konulardaki eleştirileriyle epey etkili oldukları da biliniyor. Ancak, TSK’nın Cumhuriyet tarihi boyunca maruz kaldığı en geniş çaplı değişiklik son darbe girişiminin hemen ardından yapılmasına rağmen, HDP’nin eşbaşkanlarının, Meclis grup başkan vekillerinin ve parti basın sözcülerinin kayda değer bir yorum yapmaması ister istemez dikkat çekti.   

 

Solun adı oldukça duyulmuş bir diğer partisi olan ÖDP’nin programına da göz attım. Konuya “Halk Egemenliği ve Sınırsız Siyasal Özgürlük” başlıklı bölümde yer verilmiş. “Milli Güvenlik Kurulu’nun kaldırılması ve Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması” isteniyor. “Ordunun iç güvenlikle alâkalı görevlendirilmesine son verilmesi için yasal ve idari düzenleme yapılması” savunuluyor.‘”Vicdani red”de yasal statü kazandırılması isteniyor. “Hukuk dışına çıkabilen MİT ve diğer istihbarat yapılanmalarıyla ilgili de bazı tedbirler ve yasal değişiklikler” teklif ediliyor. Yani, program yönünden konuya epey ağırlık verilmiş. Fakat iş orduda KHK ile yapılan bu köklü değişikliklere gelince, ÖDP’nin de kurumları ve ilgilileri düzeyinde kamuoyuna yansıyan bir değerlendirme yine yok. Bunun yapılmamış olması bir yana, gidişatın esasen çok olumsuz olduğu yönündeki yaklaşımlar nedeniyle konu zaten arada kaybolup gidiyor.

 

Politikalarının oluşmasına katkıda bulunduğum, üyesi olup destek verdiğim, bir hayli yenilikçi görüş ve reform önerileri içeren bir program belgesine sahip olan Yeşil Sol Parti’ye   (YSGP) de dikkatlice baktım. Hem program belgesinde, hem de kendini anlattığı “444 Soru-Cevap” adlı, hayli kapsamlı kitapta konuya geniş yer ayırmış. “Askeri ve bürokratik vesayetçi yapılanmaya, bunun yaygınlığına ve derinliğine” dikkat çekip, “darbelerin onu nasıl güçlendirdiğini” belirtmiş. Diğerleri gibi bu parti de “Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmasını” ve “Milli Güvenlik Kurulu’nun lağvedilmesini” öneriyor. “Vicdani red” yasalaşsın ve “ordu iç güvenlik görevi yapmasın” diyor. ”Askeri harcamalara ayrılan payın azaltılmasını ve silahlanmanın kısıtlanmasını” istiyor; TSK’nın “Sayıştay ve TBMM tarafından engelsiz denetlenmesi” üzerinde duruyor.  “Asker sayısında azaltmaya gidilmesi” ve “MİT ve diğer istihbarat örgütlerinin TBMM tarafından denetlenmesi”nden yana. Fakat Yeşil Sol Parti’nin de TSK’da değişikliğe gidildiği günlerde yaptığı herhangi bir değerlendirme bulunmuyor.

 

Derin sessizlik ve anlamlı kayıtsızlık

 

Sol ve sosyalistler içinden örnek olarak seçtiğim bu üç partinin tavrı sanıyorum genel bir fikir veriyor. Fikir veriyor vermesine, ama tercih edilen ve ortaklık gösteren bu tavrın biraz irdelenmeye de ihtiyacı var. Çünkü, bu bariz sessizlik ve kayıtsızlık görülmeyecek gibi değil.

 

Halbuki mesele çok açık. Bir dönem iktidarın ortağı olan karanlık Fethullah Gülen örgütünün başrolü oynadığı kanlı ve korkunç darbe girişimine uğrayan AKP hükümeti ve kamuoyu, paralize olan ordunun bu yapısıyla artık gidemeyeceğini en açık haliyle gördü. Değişim ihtiyacı tavan yapmıştı. Sonuçta, çoğumuzun aklen ve kalben istemediği, ama hükümetin zorunlu olduğunu ileri sürdüğü OHAL şartlarında ve KHK’yla da olsa, askerin mevcut yapılanmasını değiştiren bazı hayırlı adımlar atıldı. Türkiye’nin muhalif radikal solunun programında yer verdiği ordu reformu kapsamındaki birçok talep, AKP’nin kendisinin ve dolayısıyla siyaset kurumunun güçlenmesi sonucunu getirecek şekilde hayata geçirildi. Elbette bu alanda daha çok şey yapılmalıdır. Yapılanlar içinde yanlışlar ve eleştirilecek noktalar da olabilir. Ama görmezden gelinmesi anlaşılır gibi değil.

 

Üstelik bir iktidarın, bu iktidar muhtelif bahanelerle olağanüstü hal uygulasa ve bazı can sıkıcı işler yapsa da (ki AKP böyle müteaddit OHAL’lere gitmedi), attığı kimi olumlu adımların onun kendi iktidarına da yaramasını önleyecek, mantıken tutarlı ve sürdürülebilirliği olan bir politik yol bulundu mu, bilmiyorum. Genel olarak topluma ve demokratik siyasete yararlı olanın iktidara da yaramasından daha tabii ne olabilir, onu da bilmiyorum.

 

Bunlara niye reform denmiyor?

 

31 Temmuz 2016’da yayınlanan Resmi Gazete’de yer alan KHK’nın konuyla ilgili maddesini özet olarak vermeye çalışırsam, durum şöyle: Kara, Deniz ve Hava kuvvet komutanlıkları Miili Savunma Bakanlığı’na; Jandarma ve Sahil Güvenlik komutanlıkları İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. Harb Akademileri, Askeri Liseler ve astsubay hazırlama okulları kapatıldı. Milli Savunma Üniversitesi kuruldu. Ancak liseyi bitirenler gidebilecek. GATA ve diğer askeri hastaneler  ise Sağlık Bakanlığı’na devredildi.

 

Aynı KHK kapsamında, cumhurbaşkanı ve başbakan gerekli hallerde genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları ve astlarından doğrudan bilgi alma yetkisiyle donatıldı. Ayrıca, Askeri Şura’da asker kanadının üyelikleri genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarıyla sınırlandı; geriye kalanlar tamamen sivillerden oluştu. Askerle ilgili diğer konularda görüş bildirme yetkisi de yine yalnızca başbakanla sınırlandı. Şura’nın genel sekreterliği de Genelkurmay bünyesinden alınıp Milli Savunma Bakanlığı’na verildi. İşleyişle ilgili yönetmelikler artık Başbakanlık tarafından çıkarılacak. Genelkurmay Başkanlığı ile İstihbarat Koordinasyonunun Cumhurbaşkanlığı’na bağlanması yönündeki kesinleşmemiş bir karar da var. Bunlara ilave olarak MGK’da siyasiler lehine yapılan son değişiklikleri, Milli Siyaset Belgesi’nin hazırlık sürecini ve 2010 kısmi Anayasa Referandumu’nun getirdiği değişiklikleri de hesaba katınca tablo tamamlanıyor.

 

Eğer bunlar reform sayılamayacaksa, o zaman orduda reform anlamına gelecek şeyler ne? Yoksa biz, AKP eliyle orduda bir restorasyona mı şahit oluyoruz?

 

Değerlendirme ve eleştiriler ordunun içinden geldi

 

15 Temmuz’la oluşan ulusal platformun iki partisi CHP ve MHP ise TSK’ya dair atılacak adımların alelacele, tepkisel ve üstünkörü tedbirler olarak ortaya konmasının doğru olmadığına işaret edip ertelenmesini istediler. Ağırlığını usulün teşkil ettiği şeyler ileri sürdüler. Hükümet ise, hem darbe tehdidinin sürdüğünü ve bu bakımdan FETÖ’yle ilişkili personelin derhal tasfiyesine gidilmesi gerektiğini, hem de bölgede yaşanan kritik gelişmeleri gerekçe göstererek KHK’yi 1 Ağustos’ta çıkardı.

   

Eleştiri ve uyarı kapsamında anlamlı değerlendirmeler, eski yapılanmanın esasen korunması yönünde olsa bile, yine ordunun kendi içinden geldi. Eski genelkurmay başkanı İlker Başbuğ ve CHP için konuyla ilgili proje hazırlayan bazı emekli askerler konuştu; tek tük yazanlar oldu. Mesleğin içinden gelmeleri nedeniyle olaya demokrasi ve rejim yönünden çok, güvenlik, ordu işleyişi, mesleğe yetkin olarak hazırlanma, ortak ruh ve disiplin gibi konular üzerinden yaklaşanlar oldu. Bunlar da şüphesiz önemliydi.     

 

Milli Savunma Bakanı ise NTV’de konu hakkında “acele edildiği ve üstünkörü tedbirler alındığı” yönündeki eleştirilere cevap verirken, hızlı hareket edilmesi gereken bir durum olduğunu belirtip, yasa tasarısının 1 Ekim’de açılışı takiben Meclise getirileceğini söyledi. Yani, şimdiye kadar değerlendirme yapmayanlara önümüzde uzun olmayan bir süre içinde görüş oluşturma, değerlendirme ve eleştirme fırsatı verecek kadar zaman olduğu da ortaya çıktı. Elbette dikkatle takip etmeye çalışacağım. OHAL şartlarında bazı ileri ve olumlu adımların atılması mümkün mü,  uygun bulunması teoriye aykırı düşer mi, hazzetmediğimiz bir iktidarın bunları yapıyor olmasından doğacak güçlenme karşısında üzülmeli miyiz, yoksa bunlar eninde sonunda demokrasi açısından bir kazanç  olacağından bütün yurttaşların lehine gelişmeler midir… türünden sorulara o zaman da bir kere daha bakmaya çalışacağım. 

 

Zamanlama manidar mı?

 

Malum, 15 Temmuz bir bakıma ordunun itibarının en dibe vurduğu tarih oldu. Bu hale gelmiş bir orduyla, belalı bir coğrafyada ülke savunması yapmak mümkün olamazdı. Bu nedenle de toplumun önemli bir bölümü, aslında köklü değil tedrici değişikliklere daha yatkın olsa da, ordu yapılanmasının siyasi iradeyle ilişkisinin, rejimdeki yerinin, personelinin yetişme şartlarının böylesine radikal biçimde değişmesini-değiştirilmesini haklı gördü ve yadırgamayıp destek verdi.

 

Bilindiği gibi, TSK’nın geleneği büyük ölçüde Osmanlı döneminde, özellikle de  19. yüzyıl Tanzimat reformları sürecinde ve 1908’den itibaren ittihatçılar yönetiminde oluştu. Bu miras benimsenerek, çoğu son dönem Osmanlı/Türk ordusunun mensubu olan kurucu babalar tarafından Cumhuriyete de taşındı. O bakımdan, bu ortak tarihe göz attığımızda ordunun yapısında büyük değişikliklerin hep büyük olayları takiben ve zor şartlarda gerçekleştiğini görüyoruz.

 

Örneğin yeniçeri ocağının kapatılıp modern orduya geçilmesi, bu kurumun artık kuruluş amacının tamamen dışına çıktığının, menfaat örgütü haline geldiğinin, saray kliklerinin iktidar kavgasında vurucu güç rolü oynamaya başladığının, olur olmaz gerekçelerle isyana yöneldiğinin birkaç yüzyıl boyunca iyice netleştiği ve aynı zamanda alternatifinin ortaya çıktığı bir noktada gerçekleşti. Zamanın padişahı II. Mahmut da modernleşmenin alıp yürüdüğü; ideal ordu modelinin devlet iktidarıyla ilişkiler, eğitim, giyim kuşam, teçhizat, savaş stratejisi ve taktikleri itibariyle tamamen değiştiği şartlarda, Osmanlı’nın Ortaçağ koşullarında iyi bir model olarak bulup geliştirdiği yeniçerilerle imparatorluğun daha fazla sürdürülemeyeceğini gördü. Radikal tedbirleri ve büyük bir kıyımı göze alarak yeni bir ordunun kurulmasına girişti. Çünkü etkileri yıllarca sürecek ciddi olaylar yaşanıyordu.

 

Yine Birinci Balkan Harbi’nde Osmanlı ağır bir yenilgiye uğramış, ordu olağanüstü bir dağınıklık göstermiş, birliklerin önemli bir bölümü silahlarını da meydanlarda bırakarak bozgun halinde geri çekilmişti. İmparatorluk Rumeli’deki topraklarının tamamına yakınını ve en önemlisi Edirne’yi kaybetmişti. Bölgenin Müslüman halkının yüzbinlercesi büyük bir kırıma uğramış ve yoksun bir şekilde, apar topar Anadolu’ya doğru göç yollarına düşmüştü. Dönemin İttihatçıları hemen ordudaki alaylı-mektepli bölünmesine son vermiş, yapısal reorganizasyona gitmiş ve ardından bölgedeki siyasal şartların sunduğu fırsatları da değerlendirerek Edirne’yi geri alıp ordunun rehabilitasyonu doğrultusunda ciddi adımlar atmıştı. Daha fazla beklenemezdi, çünkü ülke diyecekleri toprak bile kalmayabilirdi.

 

Örnekleri daha fazla çoğaltmadan, şu sonuncusuyla yetinmek istiyorum. Cumhuriyetin kuruluşunun hemen ardından, ordu mensupları arasında yaşanan ikili bir durum söz konusuydu. O dönemin şartları içinde her asker aynı zamanda üniformalı siyasetçi idi. Mücadeleyi organize eden yerel direniş örgütlerinde sivil ve asker karışık olarak yer alıyordu. Düzenli orduya geçilmiş ve Cumhuriyet kurulmuş olmasına karşın, askerlerin aynı zamanda siyasetçi olması hali devam ediyor ve bu, orduda ve mevcut siyaset kurumlarında epey sorun yaratıyordu. Mustafa Kemal, “asker kalmak isteyen siyaseti, siyasetçi olmak isteyen orduyu bırakacak!” şeklinde kestirip atmasıyla bu ikiliğe son verdi. Diktatörlük de olsa, ardında bazılarını tasfiye hesapları da bulunsa, yeni rejimde siyaset ve askerin alanlarının az çok belli olmasına ihtiyaç vardı.

 

27 Mayıs bir darbeyse, o dönemin olumlu adımlarına nasıl yaklaşalım?

 

Hele 27 Mayıs 1960 darbesi şartlarında yapılanlar bu bakımdan bizi iyice şaşırtıyor. Malum, üç sivil siyasetçinin idam sehpasına yollandığı, yüzlercesinin hapsedildiği ve işkence gördüğü bir darbeydi. Askeri vesayeti kurumlaştıran MGK gibi anayasal adımlar ilk kez bu hiyerarşi dışı darbede atılmıştı. Üniversite hocalarının tasfiye edilmeye çalışıldığı 147’likler olayı o dönemde yaşanmıştı. Ama üniversite özerkliği, planlama,  sendika, toplu sözleşme ve grev hakkı gibi çok önemli adımlar da o dönemde atılmıştı. Bugün halen 27 Mayısı darbe olarak değerlendirmeye devam eden solcu ve sosyalistlerden, bu önemli adımları görmezden gelen, yok sayan bir tavır görmedim.

 

Ordudaki değişikliklerin geniş ve ferah zamanlarda, karşılıklı reform projeleri etrafında ve katılabilen bütün kurum ve konuya vakıf bireylerle tartışılarak yapılması çok iyi olurdu. Ama siyasal süreçlerin akışı çoğu zaman buna fırsat vermiyor. Üstelik, Türkiye’nin içinde yer aldığı savaş, tehdit ve risk dolu bir coğrafyada ve ordu gibi kurumlarda, solcu ve sosyalistlerce makbul kabul edilecek olumlu değişikliklerin ne zaman ve nasıl yapılacağı konusunda tarihimiz, hoşumuza gitse de gitmese de, yukarıdaki örneklere benzer şeyler söylüyor.

 

Askerin konumu deyince, neler yoktu ki…

 

Biraz geriye gittiğimizde, aşağı yukarı hepimizin ortak fikri şunlardı: Ordu aşırı ölçüde merkezi bir yapıya sahipti. Vesayet zihniyeti ve kurumları bu yapılanmayı daha da genişletiyor, yayıyor ve derinleştiriyordu. İnanılmaz ölçüde özerkti. Neredeyse hükümetin üstünde ve ayrı bir iktidar odağıydı. Yani siyaset orduya, ıvır zıvır işler hükümete bırakılıyor gibiydi. Siyasi irade karşısında genelkurmay başkanından başka kimsenin muhatap olmadığı, bilgi almanın neredeyse olanaksız düzeyde olduğu tuhaf bir güvenlik yapılanmasıydı. İlgisi ve istihbaratı, ağırlıkla iç güvenlik üzerineydi. Kendine has yargısıyla, ayrılığı iyice pekiştirilmişti. Devlet sırrı kavramı ve denetlenemezlik, bu konumunu büsbütün güçlendiriyordu. Bütün eğitim kurumlarının müfredatını kendisi belirliyor; daha çocuk yaşta bünyesine kattığı mensuplarına tuhaf ve kendini halkın dışında konumlandırmayı olağan gören bir kurtarıcı (halaskâr) zihniyeti aşılıyordu. Kışla, karakol, lojman ve orduevlerine göre düzenlenmiş yaşamları, kendini halktan ayrı ve onun üzerinde gören özel bir sınıf durumu yaratıyordu. OYAK, Latin Amerika ordularında bile görülmeyen boyutlardaki bir iktisadi kompleks olarak, özel holding ve şirketlere benzemeyen, denetimsiz ve hattâ epey müsamaha gören yapısıyla, bu toplumsal yapıyı bir biçimde sübvanse ediyordu… Daha birçok şey söylenebilir. Bunların çok sınırlı bir bölümü 2010 Kısmi Anayasa Referandumu’nda değişmişti. Şimdi daha da önemli değişikliklere gidildi.  

 

Öyleyse neden?

 

Solun ve sosyalistlerin önemli bir bölümü, bu yukarıda saydıklarımın hiç olmazsa bir bölümünün Kopenhag Kriterleri’ne yaklaşacak şekilde değişmesini artık çok anlamlı bulmuyor. Üzerinde değerlendirme yapmaya layık görmemesinin temel sebebi, bunların AKP eliyle yapılmış olmasıdır. Yani, içerik açıısından ne yapılmış olursa olsun, bundan iktidardaki AKP’nin de eli güçleniyorsa, demokrasi de güçlenirmiş, sivil siyaset de güçlenirmiş; bunlar çok da önemli görülmüyor. Ne zaman ve nasıl olursa bu tür değişimler beğenilir; ona dair de ortaya ikna edici bir şey konmuyor. Belki de, “AKP gitsin de nasıl giderse gitsin” zihniyetinin değişen siyasi şartlardaki versiyonlarından biri de bu! Çünkü, bu değişiklikler AKP’ye de yaramış, o istenen “gidişi”ni ileriye atmış gözüküyor.

 

Ah şu değişiklikler başka zaman olaydı…

 

15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişiminin bu kadar kitlesel bir şekilde püskürtülmesinin de, TSK’da yapılan değişikliklerin de AKP iktidarına yaradığı, siyasal ömrünü uzattığı ve gündemindeki hedeflere yaklaşmasını kolaylaştırdığı şeklinde bir anlayışın revaçta olduğu görülüyor. Bu durumdan içten içe kızgınlık ve üzüntü karışımı duygulara savrulmalar da hissediliyor. Hatta, darbe sonrası FETÖ mensuplarının kamu kurumlarından tasfiyesi, Gülenci şirketlere yönelik operasyonlar ve kayyumlara devredilmeleri, üniversiteler ve diğer alanlarda yaşanan benzeri olaylar, hep bu kontekst içinde ele alınıyor.

 

Üzüm yemekse derdimiz…

 

Sonuç olarak, değişikliklere yönelik her olumlamanın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve AKP hükümetine yarayacağı şeklinde bir bakış var. Bu bakış siyaseti kavrayış açısından epey sorunlu. Olumlu adım atan iktidarın bundan dolayı güçlenmemesini ummak mantık sınırlarını zorluyor. Demokratik rejime ve vatandaşa yarayanın, bu politikayı uygulayan iktidara yaramamasını istemek tuhaf oluyor. Bu yaklaşımın olgularla başının büyük ölçüde dertte olduğunu düşünüyorum. Çünkü, sade vatandaşın gördüğünü görmekten uzak durma, hissettiğini anlamama hali yaratıyor. Bu durumda olan bitenin ne olduğunu anlatılması maalesef hiç mi hiç mümkün olmuyor. İnandırıcılık ister istemez erozyona uğruyor. İnandırıcılığı olmayanın, iktidarın politika ve uygulamalarında ortaya çıkan bariz hatalara, hak ihlallerine, hukuksuzluklara karşı mücadelesi ise çoğu zaman beklenen etkiyi yaratamıyor.

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -