Ana SayfaYazarlarNe zulüm ne merhamet; yalnızca adalet!

Ne zulüm ne merhamet; yalnızca adalet!

 

Şüphesiz adaletin, hukukun ve yargının sırf AK Parti iktidarında bu hale gelmediğini, öncesinde de durumun pek parlak olmadığını söyleyebiliriz. Buna ilâve olarak, bu parti döneminde kuvveden fiile çıkamayan darbe hazırlıklarının yanı sıra, yüzlerce ölüme ve binlerce yaralıya neden olan kanlı bir darbe girişiminin meydana geldiğini de, gerçeklere sadakat bakımından vurgulamalıyız. 

 

Doğrudur — ama dördüncü iktidar dönemini doldurmak üzere olan bu partinin elinde adaletin mumla aranır hale geldiğini; haklılığı kalmayan gerekçelerle olağan hukukun ısrarla askıya alınmaya devam edildiğini; bağımsızlığı ve tarafsızlığı yok edilen yargının iler tutar yanının kalmadığını da artık görmeliyiz.

 

Adalet en yüce erdem

 

Antik çağlardan beri adalet insanlığın temel meselesi oldu. Toplumun toplum olarak varolabilmesini belirledi.

Tarihle, etikle, ekonomiyle, dinle, devletle, siyasetle, bireyle… velhasıl akla gelebilecek her şeyle ilişkiye girdi. Hayatımızı dört bir yandan kuşattı. İnsan düşüncesinin en derin kavramlarından biri haline geldi.

Bu bakımdan, din, inanç ve ideolojilerin ahlâk ve adalet değerlerini öğretilerine temel almaları; bugün, gelecekte ve öteki dünyada adaletin gerçekleşmesini en temel vaat olarak, sunmaları bir tesadüf değildir.

 

Antik Yunan filozoflarından Platon “ adalet en yüce erdemlerden biridir” diyordu. Devletin ve insanın bütün temel davranış ilkelerinin adalet üzerinden şekillendiğini belirtiyordu.  Aristoteles ise “devletin ve hukuk düzeninin adil olabilmesi için, herkes için eşitliğe ve güçsüzlerin korunmasının önemine” işaret ediyordu.

 

OHAL’i fırsata çevirme

 

Adalet, hukuk ve yargı konusunda oldukça demokratik vaatlerle iktidara gelen AK Parti hükümetinin Başbakan Yardımcısı (ve eski Adalet Bakanı) Bekir Bozdağ, geçenlerde kendisine yöneltilen “Türkiye’de adalet var mı?” sorusuna “ Elbette var. Türkiye’de yargı Avrupa ve Amerika yargılarından daha fazla hukuka bağlı ve daha adil. Yargı hiç bu kadar bağımsız olmadı. Ama adalet görevini yerine getirmek üzere görev yapanlara karşı bir adaletsizlik, haksızlık var” şeklinde cevap verebildi.

 

Elimizi vicdanımıza koyup söyleyelim; Allah aşkına, Türkiye’de adalet ve yargı böyle mi?

15 Temmuz 2016’daki darbe girişimine karşı Cumhurbaşkanı, Hükümet, TBMM ve bütün partiler; polis, asker ve sivil vatandaş hep birlikte direndi.

 

Ama ardından Hükümetin getirdiği OHAL’in halen sürdürülmesinin, halen KHK çıkarılıyor olmasının, bugün haklı bir gerekçesi kaldı mı?

 

Yöneticiler OHAL hükümlerine sığınarak, bırakalım, demokratik birer hak olan en masum eylemleri, yılbaşı kutlamalarını dahi yasaklama yoluna gidiyor.

 

Neredeyse Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nün kazma kürek alımı dahi KHK’larla yapılır hale geldi.

 

Anayasal konumu ve muazzam tarihiyle; kocaman binası, eklentileri, milletvekilleri ve sayısız personeliyle TBMM, sorulduğu zaman “Ha evet, bizde ondan da var” dercesine kenarda tutuluyor.

 

Demokrasinin ancak kurumlar, farklılıklar, müzakereler, itirazlar, haklı ya da haksız protestolar ve aykırılıklarla demokrasi olabileceği, ne çabuk unutulmuş!

 

İnanılması zor KHK’lar

 

2018 yılı bütçe görüşmeleri bitip TBMM tatile girerken, “Yok artık, bu kadarı da olmaz” dedirten iki KHK pat diye gündeme düşüverdi.

 

“Torba yasa”lardan “torba KHK”lar dönemine geçtiğimiz anlaşılıyor. İçlerinde aklınıza ne gelirse var. Taşeron işçilere kadro açılması; Danıştay ve Yargıtay’a hakim atanması; bunlardan çok daha olağanüstüsü, darbe ve terör sanıklarına tek tip kıyafet uygulamasına geçilmesinin de ötesinde, sivillere yargı zırhı…

 

Bunlar OHAL ilânıyla alâkalı mıdır, TBMM’de görüşülmesi gerekmez mi, diye bakan eden yok.

İtiraz edildiğinde, derhal niyet sorgulama mekanizmaları devreye giriyor.

Bunlar arasında son iki konu, yani “sivillere yargı zırhı” ve “tek tip kıyafet,” Türkiye’yi nerelere sürükler, Allah bilir.

 

Durumdan vazife çıkarma heveslisi çok

 

Yetkililer durmaksızın açıklama yapıyor ve yazdıklarını savunuyor. “Sivillere yargılanmama hakkı yalnızca 15-16 Temmuz 2016 tarihleriyle sınırlıdır” diyorlar — ama yazdıkları kararname metni çok bariz bir şekilde onun dışına taşıyor.

 

O gece ve ertesi gün sokağa çıkanları korumakla yetinen ve başka tarafa çekilmesi mümkün olmayan net bir yazım söz konusu olsaydı, kimseden pek itiraz gelmezdi.

 

Eh, memleketimizde “güvenlik güçlerine yardımcı olmak üzere” eline sopasını, satırını, bıçağını, tabancasını, pompalısını alıp sokağa çıkmaya yatkın çok sayıda insanımızın olduğunu; kaldı ki, sonuçta yaşanan nice vahim olayları bu insanların “hissiyat” veya “hassasiyet”ine bağlamayı adet edinmiş yöneticilerimizin de bulunduğunu defalarca görmüş bir millet olduğumuza göre, günü geldiğinde bunun zaman sınırı olmayan bir koruma kalkanı teşkil ettiğini ileri sürecek yetkililerimizin de çıkmasından pekâlâ endişe edebiliriz.

 

Nitekim sonradan çark etse de, hukuk hocası ve AK Parti İstanbul Milletvekili Burhan Kuzu’nun ilk açıklayıcı ve yorumlayıcı tweet’i tehlikeyi yeterince anlatıyordu.

 

Bunca uyarı ve eleştiriye rağmen ilgili KHK metninin yazımını değiştirmemekteki ısrarın, eğer niyet halisaneyse, kendinden emin bir yüksek yönetim kapasitesinin ifadesi olmaktan çok, üç gün sonra neler olabileceğini görememe basiretsizliğinden kaynaklandığını düşünmek için hayli neden mevcut.

 

Vatandaş tepkisi gerekçesiyle,duruşmalarda “tek tip kıyafet”e gitmek

 

Vahametinin netleşmesi için muhtemelen çok beklemiyeceğimiz diğer konu, darbe ve terör sanıklarına duruşmalarda tek tip kıyafet uygulamasının getirilmesidir. Altını çiziyorum; herhangi bir cezanın kesinleşmesi sonrasında cezaevinde giyilecek bir mahkûm kıyafeti değildir, söz konusu olan. Bir duruşma kıyafetidir. Bu adımın, özellikle FETÖ darbe sanıklarından kiminin Hero (kahraman) yazan tişörtlerle, kiminin ise takım elbise giyerek duruşmalara gelmesine karşı vatandaşın gösterdiği tepki nedeniyle atıldığı ileri sürülmekte.

 

Burada ilginç bir detay, sanıkların takım elbise giymesinin dahi tepki kapsamına girmesi. Neden? Mahkeme önüne her sanığın, neyle suçlanıyor olursa olsun, olabildiğince temiz, derli toplu, kendini iyi ve özgüvenli hissedecek şekilde çıkabilmesi (tersten söyleyecek olursak, özel bir aşağılama veya kötü muameleye maruz bırakılmadan çıkabilmesi), savunma hakkının bir parçası değil mi?  

 

Açık konuşalım: vatandaş sözü edilen türden tepkileri pek de önünü arkasını hesaba katmadan gösterir. Daha etraflı ve hukukî düşünmek, yetkililere düşer. Hal böyleyken, neden böyle popüler tepkiler popülistçe dikkate alınır, anlamış değilim.

 

Nereden örnek aldıklarına gelince: ABD’nin George W. Bush döneminden kalma, neo-con hukuksuzluğunun dayattığı, CIA’nin adam kaçırmaları ve işkenceyi yasallaştırma girişimleriyle elele giden ve dolayısıyla bütün dünyanın gözünde işkence çağrışımları taşıyan, nitekim bütün bu nedenlerle sabah akşam eleştirilen Guantanamo uygulamaları! Daha ne diyeyim?

 

Bu alanda bilgi ve tecrübe sahibi uzmanlar, siyasetçiler, hukukçular, insan hakları savunucuları, bu adımın hukuksal bakımdan yanlışına, getirdiği onarılması zor durumlara, hak ihlallerine ve sonuçta bir işe yaramazlığına işaret edip duruyorlar ama boşuna. İktidar Nuh diyor, peygamber demiyor.

 

Sanılır ki bu sorunların daha önce hiç yaşanmadığı bir ülkede bu konuları konuşuyoruz. Darbeleri izleyen yıllarda, o yerden yere vurdukları koalisyon hükümetleri dönemlerinde kaç kere bu uygulamaya başvuruldu ve sonu hep felâketle bitti. Tutuklu ve mahkûmlar arasında ölenler, yaralananlar, sakat kalanlar oldu. Kamuoyu vicdanı bu olan bitenler karşısında ezim ezim ezildi.

 

Sanıkların duruşmalara mesaj veren işaret, resim ve yazı taşımayan makul kıyafetlerle katılmaları pekâlâ sağlanabilecekken, henüz ceza almamış ve mahkûm olmamış kişileri aşağılayan böyle bir tedbire başvurulmasının yanlışlığı belli değil mi?

 

HDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın beyanatının kulak ardı edilmeyip, yaklaşmakta olan tehlikenin habercisi olarak görülmesi gerekir.

 

Normalleşmek çok mu zor?

 

Anayasa değişikliği referandumunu OHAL şartlarında yaptık. Şimdi hızla üç büyük seçime gidiyoruz. Adaletin yerlerde süründüğü koşullarda yapılacak seçimlerde toplumsal iradenin hakkıyla tecelli edeceğini düşünmek kolay değil.

 

OHAL’in hemen kaldırılması, KHK uygulamalarına son verilmesi ve şimdiye kadar çıkarılanların TBMM’ye getirilmesi gerekir.  28-30 KHK’dan şimdiye kadar yalnız 5’i parlamentoya sunulmuş.

 

OHAL ve KHK uygulamalarının hem kanunda yazılı çerçevesine yeterince titizlik gösterilmeyip aykırı uygulamalara gidildiği, hem de OHAL’in gerekçesi dışında kalan sayısız konuya teşmil edildiği aşikâr olan, kabul edilemez bir durum yaşanıyor.

 

Örneğin Ali Bulaç, Şahin Alpay, Ahmet Turan Alkan, Mümtaz Türköne, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Ahmet Şık, Akın Atalay, Murat Sabuncu  ve diğer Cumhuriyet çalışanları gibi yazar ve gazeteciler, ya da arşivci Emin Şakir, işadamı ve barış aktivisti Osman Kavala gibi yalnızca mesleğini icra eden başka insanlar, örgüt mensupluğuyla suçlanıyor. Yazıp çizdikleri, yapıp ettikleri ise bu iddiaları doğrulamıyor. Tutuksuz yargılanmaları için sayısız yasa maddesi ortadayken, hattâ kimilerinin sağlık koşulları tutukluluğa hiç elverişli değilken, alenen “peşin ceza” verir gibi tutuklulukları sürdürülüyor. Ama Reina katliamı dâvâsından tutuklu olanların önemli bir bölümünün “cihadı savunuyorum” demelerine rağmen salıverilmeleri mümkün oluyor.

 

FETÖ’yle mücadele “devr-i sabık” mı yaratacak?

 

FETÖ’nün başta yargı, ordu ve emniyet gibi kamu kurumlarında, üniversitelerde ve bir dizi sivil girişimde ciddi bir tahribata, yer yer çöküntüye yol açtığı doğrudur. Hepsinin arınması ve adalet ve eşitlik ilkesi üzerinden, ihtiyacı karşılayacak ve liyakata dayalı bir şekilde yeniden yapılanması hiç şüphesiz gereklidir. Toplum da bu yönelime destek verir.

 

Ancak, ne kurumların temizlenmesi, ne de yeniden ve liyakata dayalı olarak yapılanması konusunda  iktidarın hakkaniyete uygun davrandığına dair güçlü işaretler gelmiyor.

 

OHAL ve KHK uygulamalarına dair on binlerce itiraz söz konusu olmuştu. AB’nin zorlamasıyla oluşan komisyon topu topu 300 dosyayı incelemiş. İşine dönenlerin sayısı 100’ü biraz geçiyor. Diğer dosyalar ise beklemeye devam ediyor.

 

Aslında iktidar, bir zamanlar ortağı olan FETÖ ile şu ya bu biçimde ilişkisi olanların neredeyse hepsini kapsayan bir tür “devr-i sabık” yaratıp,  haklı haksız demeden aynı sepetin içine atmış, gidiyor. Bunun yarattığı travmayı, daha dikkatli davranılması yönündeki telkinleri ve itirazları ise umursamamaya kararlı görünüyor.

 

Yetişmiş insanları böyle tasfiye memlekete hizmet sayılır mı?

 

Hatırlarsınız; geçmişte çok sayıda akademisyen “Bu suça ortak olmayacağız” diye bir bildiri yayınlamıştı. “1128’ler Bildirisi”nin elbette bana göre eleştirilecek çok yönü vardı. Ama sonuçta bu, siyasî bir mesele olarak kalmadı. Hukuk alanına sokuldu. Yüzlerce akademisyen ne kadar yanlı ve yanlış olursa olsun görüşlerini açıkladı diye, o görüşler siyseten PKK’ya yarar ve bu da terör örgütü propagandası demektir  gibi bir mantıkla tek tek yargılanmaya başladı.

 

Özü görüş açıklamaktan ibaret olan bir eylemin (demokratik bir hakkın kullanılmasının) bedeli akademiden atılmak, mesleğinden olmak, yıllarca cezaevinde yatmak mı olmalı?

 

Böyle bir mantık ve uygulamayla ülkenin yetişmiş insanlarına nefes alacak bir alan bırakmayacaksak, çoğunun çıkış yolunu yurt dışında aramasını da normal karşılamamız gerekmez mi?

 

Belediyelere yaklaşımda çifte standart

 

HDP’nin kazandığı yerel yönetimlerde, parti yöneticilerinin bir haylisi tutuklanırken, belediye başkanları görevden alındı ve yerlerine vali veya kaymakamlar kayyum atandı.

 

Bu bakımdan, PKK’nın politika ve tercihleri HDP’ye ödetiliyor diye bir algının ortaya çıkması şaşırtıcı olamaz.

 

Bugün bu partinin milletvekillerinden kimin içeride kimin dışarıda olduğunu takip edemez durumdayız. Bir eşbaşkanının milletvekilliği düşürüldü ve halen içeride. Diğeri, yani Demirtaş aylardır mahkemeye çıkarılmadı. Çünkü kelepçeli götürmek istiyorlardı ve istiyorlar. Şimdi üzerine tek tip kıyafet zorunluluğu da geldi mi, varın sonunu siz tahmin edin. İçeride bunlar olurken bu partinin TBMM’deki sözcüsü Osman Baydemir, “Kürdistan” sözcüğünü kullandı diye genel kuruldan iki gün çıkarılma ve maaşının üçte birini geri ödeme cezasına çarptırıldı.

 

AK Parti yöneticileri CHP belediyelerini de sıraya koyduklarını söylüyorlar(dı). Nitekim Ataşehir belediye başkanının İçişleri Bakanlığı’nca görevden alınıp hakkında soruşturma açılmasıyla bir süreç başlatıldı. AK Parti belediyeleri hakkında muhalif medyada yıllardır  somut ithamlar yapılmasına rağmen bu doğrultuda harekete geçirilmeyen mekanizmalar, muhalefet belediyeleri için hızla çalıştırıldı. Bunu görmek kamuoyunda, “bu işin arkasında siyasal hesaplar var” algısına yol açtı.

 

Son yıllarda, başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerin AVM, dikey mimari ve rant kaosuna kurban edilmesinde, bu illerde yerel yönetimi elinde tutan AK Partili belediyelerin büyük sorumluluğu var. Hal böyleyken, “metal yorgunluğu” nitelemesiyle  bu dönemin iktidar kanadı belediye başkanları “huzurlu bir emekliliğe” gönderilirken, muhalefet belediyelerine reva görülen didikleyici soruşturmaların yurttaşların dikkatinden kaçmayacağını sanıyorum.

 

Mecrasını arayan adalet

 

Türkiye için 2017 zor bir yıl oldu. Bu zorluğu yaşayanların başında da şüphesiz iktidar geliyor. Ama yaptığı tercih ve ortaya koyduğu uygulamalarla, bu zorluğun aşılmasında vatandaş desteğinin kaldıracı olabi lecekolan adaleti boşlaması, işini kolaylaştırmışa benzemiyor.  

 

Adalete duyulan önü alınmaz istek ve hasret, şüphesiz önümüzdeki günler ve aylarda kendine makul, meşru ve birleştirici mecralar bulacak. Umarım iktidar girdiği hattı gözden geçirerek, bu toplumsal talebi sahiplenenler arasında yer almayı yeniden düşünür, gündeme alır.

 

Toplumsal hareketliliğin artacağı, muhalefetin seçimler nedeniyle ister istemez daha aktif olacağı bir yıla giriyoruz. İktidarın adalet dozu en aşağılarda seyreden politikaları böyle devam ederse, ülke olarak işimizin giderek zorlaşacağını söylemek için falcı olmak gerekmiyor.

 

Temennim, demokrasinin süratle toparlanması; adaletin güçlenmesi ve yaygınlaşması; siyasal ve toplumsal kutuplaşmanın yerini adım adım birbirini anlamaya ve makulde buluşmaya bırakması.

 

Bu yazıyı hazırlarken, bir yandan da adalet konulu makaleleri gözden geçiriyordum. Gözüme (anonim kaynaklı) “ Ne zulüm ne merhamet, yalnızca adalet” cümlesi çarptı. Başlığa onu koydum.

 

Herkese sağlıklı, huzurlu, iyi yıllar diliyorum.     

- Advertisment -