Ana SayfaYazarlarKutuplaşma mevsimi

Kutuplaşma mevsimi

 

Sert geçmesi beklenen 2019 seçimlerinin Türkiye’deki tehlikeli kutuplaşmayı daha da artırmasından endişe ediliyor.

 

Son dönemde yapılan iç siyasete ilişkin analizlerde ve kamuoyu araştırmalarında, Türkiye’de siyasal kutuplaşmanın artmakta olduğuna dair tesbit ve değerlendirmelere daha sık rastlanıyor.

 

Her kesimden yazar, gazeteci ve akademikler, araştırma şirketleri ve düşünce kuruluşları, başka birçok konuda farklı düşünseler bile bu noktada benzer tesbitleri paylaşıyor. 

 

Bugün ortaya çıkmadı

 

Bu olgu şüphesiz bugünün meselesi değil. Sorumluları da, iktidarı ve muhalefetiyle sırf bu dönemin siyasî, dinî ve kültürel aktörleri olarak görülemez.

 

Onlar bir asırdan fazladır toplumsal hayatımızı derinden etkileyen bu olumsuz mirası, belirli bir kimliğe dayalı geleneklerin devamlılığı çerçevesinde önlerinde buldular.

 

Elbette, kendi tarihselliği içinde bu kamplaşma keyfi tercihlerin sonucu değildi; zamanın şartları, olayları ve dönemin aktörlerinin saptadığı ”ihtiyaç”lara bağlı olarak oluşan bir durumdu.

 

Süreç içinde toplumun her alanına nüfuz eden, giderek katılaşan, farklı sosyolojilerin kimliklerinin ana parçası ve tanımlayıcı unsuru haline gelen bir şeyden söz ediyoruz.

 

Kimliklere dayalı siyasetin “cankurtaran”ı

 

Ama bu durumun çoğu kez iktidar-muhalefet ilişkileri çerçevesinde, seküler – dindar ya da seküler – muhafazakâr kimliklere dayalı, sert ve sürekliliği olan çatışmalar ürettiği; tarihen birçok farklı kimliği miras almış bulunan toplumumuzu çoğulcu demokratik bir siyasal sistemde barış içinde yaşama hedefinden bariz bir şekilde uzaklaştırdığı da ortada.

 

Yani aradan bir asırdan fazla zaman geçmesine karşın, bazen sönüyor gibi görünse de gün be gün artan ve tehlikeli bir hal alan, kökü derinlerde bir toplumsal sorunla yaşıyoruz.

 

İster iktidar ister muhalefet olsun, öne çıkan odakların hemen tümü dönem dönem bu sorundan, bu kutuplaşmadan medet umuyor.

 

Olur olmaz her (iç veya dış) sorun nedeniyle yeniden su yüzüne çıkıp, ortak hayatı ve bütün toplumsal katmanları etkisi altına alıyor

 

Referanduma veya seçimlere mi gidiliyor, doğrusuna yanlışına bakmadan yükleniveriliyor kutuplaşma ve ötekileştirme politikasına; hain, terörist, gerici, irticacı, bölücü, komünist, ateist söylemleri havalarda uçuşturuluyor. Böylece oyları konsolide edip iktidarı almaya bakılıyor.

 

Ahlâken de, siyaseten de sindirmenin zor olduğu; bütün insanî değerleri çöp kutusuna atan bu rahatlık bir türlü yakamızı bırakmadı.

 

Bugün de durum biraz böyle aslında.

 

Ah şu karşıtlar olmasa, memleket ne güzel yönetilirdi!

 

Bir zamanlar, hiç öyle olmadığımız ve farklı olana elimizden gelen her türlü despotluğu gösterdiğimiz halde, “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” tekerlemesini tekrar edip dururduk. Daha sonra, bunun acı bir gülümsemeden başka bir şeye yaramadığı anlaşılınca yavaş yavaş vazgeçildi. 

 

Daha sonra “millî birlik ve beraberlik,” son beş yılda ise “yerli ve millî” diye diye,  ötekileştirmediğimiz neredeyse kimse kalmadı memlekette.

 

Bazıları azıcık farklı mı, hayat tarzını korumak ve inancını yaşamak mı istiyor,  giyim kuşamı biraz ortalamanın dışında mı, etnik kimliğinin kabulünü ve ana dilinde okumayı mı arzuluyor,  savaşa karşı mı çıktı, iktidarı mı beğenmiyor… hemen nevrimiz dönüveriyor.

 

Kimileri belediyelerin hizmetlerinden mi rahatsız; basın özgürlüğünden söz edip aykırı yazılar mı yazıyor; lider yüceltmeyi hoş mu karşılamıyor,; dış politika “böyle olmaz” iddiasında mı bulundu;  yoksulluk ve yolsuzluk konusunda bazı belgeler mi getirdi… elimizde ne varsa ya da Allah ne verdiyse onlarla üzerlerine yürüyoruz. Gelsin polis, jandarma, savcı, hakim, mahkemeler, gözaltılar, tutuklamalar.

 

Farkını tek başına veya birlikte dile getirip, muktedir cemaatten veya siyasal partiden ayrı ses yükseltenler, artık ötekileştirmelerden ötekileştirme beğensin, baskılardan baskı.

 

Herkes hatırlıyordur; bundan 10-15 yıl kadar önce, olumlu adımlar ve dikkat çekici gelişmelerden dolayı  böyle şeylerin artık geride kalacağı hissiyatına kapılmıştık. Kendimizi yavaş yavaş bu tür sorunları çözmüş birinci sınıf ülkelerin arasında görmeye hazırlıyorduk ki, bir süre sonra her şey adım adım tersyüz oldu.

Tekrar başa döndük.

 

Nafile tahayyül ve sonuçsuz çaba  

 

“Bizde niye böyle oluyor” sorusu çok haklı.

Çünkü farklı olanlar birbirine tahammül edemiyor;  karşıt olduğumuz toplulukları bir biçimde etkisiz ve kimliksiz hale getirip kendimize benzettiğimiz bir ülke yaratma hayalinden bir türlü vazgeçmiyoruz.

 

Tarihçi Şükrü Hanioğlu, 30 Temmuz 2017’de Sabah gazetesindeki köşesinde şöyle demişti: “…bir asra yakın bir süreden beri kıyasıya çatışmakta, ‘siyasi iktidar’ı kullanarak diğerine kendi dünya görüşünü ve yaşam biçimini dayatma teşebbüsünde bulunmakta, kendisine benzer ‘nesiller’ yaratmaya gayret etmekte, buna karşılık, kemikleşmiş kutuplardan birisi diğerini marjinalleştirecek bir kırılma noktasına ulaşamamaktadır.

 

İnancı, hayat tarzı, ideolojisi ve gelecek tahayyülüyle herkesin birbirine benzediği bir ülke!

Düşünebiliyor musunuz, herkes dindar-muhafazakar; herkes yerli ve millii!

Bir düşünün; herkes laik ve Atatürkçü!

Ne hayal ama!

 

Tehlikeli döngü

 

Bu nafile ve tehlikeli hayal uğruna, iktidar fırsatını yakaladığımızda kendi inancımızı, ideolojimizi ve hayat tarzımızı, değişik ambalajlar içinde  farklı olanlara dayatmak için olmadık yollara başvurmak; şimdi olmuyorsa erteleyip biraz geriye çekilmek, ama takiben uygun şartların oluştuğunu düşündüğümüzde yeniden dayatmak diye özetleyebileceğimiz bir siyasal döngü, toplumsal hayatımızın esasını teşkil ediyor.

 

Bu farklı sosyolojik ve siyasal gruplar öyle büyük bloklar oluşturuyor ve toplumun derinlerine öylesine nüfuz etmişler ki,  her iktidara gelenin baskı ve zoruyla, ya da inceltilmiş toplum mühendisliğiyle asimile olmaları, zoraki değişimler geçirmeleri, etkisiz hale gelmeleri veya yok olmaları toplumun fıtratına aykırı.

 

Tuhaf olan, muhafazakârı ve seküleriyle bu gerçekliğin, bunca yıl sonra bu topraklarda hâlâ anlaşılamamış olması.

Her ne kadar sosyolojinin rahmetli büyük hocası Şerif Mardin “İmam öğretmeni yendi” diyerek,  Cumhuriyet döneminin katı modernist laiklik dayatmasının geldiğini noktayı anlatmak istediyse de, sürekli çatışmaktan yorulmuş, ağzı burnu dağılmış taraflar ve gelecek ufku belirsizliklerle yüklü bir ülke tarifi sanki gerçeğe daha yakın gibi duruyor.

 

AK Parti kutuplaşmanın “cazibesi”ne kapıldı

Şimdi bizi kıran kırana geçecek bir seçim maratonu bekliyor.

AK Parti-MHP ittifakı kimlik siyasetinin şahını seçmiş gibi. Milliyetçi-Muhafazakâr bir blok, kutuplaşma geleneğimizin arayıp da bulamayacağı bir bileşim. Biraz İslâm, biraz ırkçılık bulaşığı milliyetçilikten oluşan bir sentez her daim ilgimizi çekmiştir. Bu buluşma ilk meyvasını da “yerli ve millî” kavramıyla verdi. İktidar tarafından toplumun geride kalanının alnına vurulan sıfatlara bakınca, nereye doğru sürüklendiğimiz az çok belli oluyor.

 

Seçime değil, savaşa gider gibiyiz. Karşımızda siyasal rakipler değil düşman bölükleri var gibi bir hava estiriliyor.

Bu zaviyeden bakınca, şimdiden yaşamaya başladığımız kutuplaştırma sürecinin lokomotifinde BBP destekli AK Parti-MHP koalisyonunun bulunduğunu söylemek haksızlık olmayacak.

 

Evet, daha önce yaşadıklarımızda CHP, askerler ve onlara destek veren diğer aktörler başat rolü oynuyordu. Ama bir süreden beri bu rolü iktidar kaptı ve kimseye vermiyor.

 

Dileğim, toplumdaki aşağı yukarı bütün farklı kimliklerin kendini az çok temsil ettiği muhalefetteki siyasal yapıların, özellikle de CHP, HDP, SP ve İyi Parti’nin bu kutuplaşma havasına kendilerini kaptırmamalarıdır.

  

 

 

- Advertisment -