Ana SayfaYazarlar‘Yerli ve millî’ tutmadı, çünkü...

‘Yerli ve millî’ tutmadı, çünkü…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 1 Kasım 2015 seçimleri öncesinde seçmenlerden “Meclis’e 550 millî ve yerli aday göndermelerini” istemesi (20 Eylül 2015), Erdoğan’ın, toplumu ve siyaseti laiklik ekseni üzerinden kutuplaştıran temel karşıtlığı “millîlik” ekseni üzerinden yeniden tanımlama çabasının ilk sözlü ifadesiydi.

İçerde Gülenciler ve Kürt siyaseti, dışarıda ise Batı tarafından sıkıştırılan iktidar, bunların üçüne de sempati beslemeyen laik sosyolojiyle ittifak arayışlarının dili olarak “yerli ve millî”ye baş vurmuştu ki, o günün koşullarında bu, karşılık bulacak bir çağrı gibi görülüyordu.

Çağrıdan bir yıl sonra gelen 15 Temmuz darbe girişimi ise -Erdoğan’ın başka bir bağlamda kullandığı kelimeyle söylersek- iktidar için bir “nimet”ti; iktidar böylece, “iç (Gülenciler) ve dış (Batı) düşmanların ittifakıyla diz çöktürülmek istenen Türkiye” sahnesinde toplumun tümünü “millîlik” ortak paydasında buluşmaya çağırabilirdi.

Çağırdı da, fakat sonuç, önceki gün (12 Eylül) "Uluslararası Ekonomik Gelişme Zirvesi-Çin ve Hindistan Üzerinden Global Krize Bakış ve Türkiye" konulu sempozyumda konuşan Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın dediği gibi olmadı. Albayrak sempozyumda, “15 Temmuz'da FETÖ ihanetinin ardından bizi birbirimize daha bağlayan bir hayır gerçekleşti. 80 milyon birlik oldu” dedi ki, olgulara baktığımızda bunun temenniden öte bir kıymetinin olmadığı rahatlıkla görülebilir.

Günümüzde AK Parti bir yandan kendisini desteklemeyen yüzde 49’luk “azınlık”la “laiklik ve hayat tarzı endişeleri”nin oluşturduğu (yani eski tipte) açık bir gerilim yaşarken, öbür yandan kendisini destekleyen yüzde 51’lik “çoğunluk”la henüz tam açığa çıkmamış başka bir gerilim yaşıyor. Bunu görmek için, başından beri AK Parti’yi desteklemiş muhafazakâr yazarların bitmek bilmeyen endişelerine ve uyarılarına bakmak yeter. Bunlardan en tazesi, geçtiğimiz günlerde Hakan Albayrak’tan geldi. Albayrak, 11 Eylül’de Karar gazetesinde kaleme aldığı AK Parti çevrelerinde yükselen tepki başlıklı yazısını “Gittikçe yükselen bir tepki var. Bu tepki şimdilik homurtu halinde ama ‘kuvveden fiile çıkması’ an meselesi” cümlesiyle bitiriyordu.

 

“Devlet”te yanılmadım “toplum”da yanıldım

 

Hatırlayacaksınız: Geçtiğimiz pazartesi Serbestiyet’te yayımlanan Temel saflaşmanın ekseni ‘laiklik’ten ‘millîlik’e döndü mü? başlıklı yazı, yaklaşık iki yıl önce kaleme aldığım Temel saflaşmanın ekseni değişiyor: Laiklik yerine ‘millî’lik başlıklı dizi yazının bir muhasebesi niteliğindeydi.

 

Bugün ise hem “muhasebe”ye devam edecek, hem de o muhasebenin bir parçası olarak, iki yıl önceki yazılarım çerçevesinde Serbestiyet’te benimle bir tartışmaya girişmiş olan ve bugün haklı çıktığını teslim edeceğim Gürbüz Özaltınlı’nın o günlerdeki değerlendirmelerini hatırlatacağım.

 

Temel toplumsal gerilimin son çeyrek yüzyıl boyunca olduğu gibi “laiklik” ekseni etrafında değil de “millîlik” ekseni etrafında oluşacağını; bu yönde kurulan yeni siyasi dilin belirgin bir etki yaratabileceğine dair öngörümde “kısmen yanıldığımı” söylemiştim. Peki, “kısmen doğrulandığım” nokta ne? Bence, iktidarın “millîlik” çağrısı, Cemaat-Kürt siyaseti-Batı karşıtlığı zemininde devlet bürokrasisi içinde (ordu dahil) bir karşılık buldu. Fakat aynı sonuç, laiklik ve seküler yaşam tarzı konularında endişe taşıyan sivil kesimlerle onların siyasi temsilcileri içinde bir karşılık bulmadı. Bir miktar indirgemeyi göze alarak şöyle de diyebiliriz: İktidarın “millîlik” çağrısı devlet içinde bir karşılık buldu fakat toplumun, zaten iktidarı destekleyen kesimleri dışında bir karşılık bulmadı.

 

Ben yanıldım, Gürbüz Özaltınlı haklı çıktı

 

Gürbüz Özaltınlı, Temel saflaşmanın ekseni değişiyor: Laiklik yerine ‘millî’lik  başlıklı yazılarıma (Serbestiyet, 17, 20 ve 25 Ocak), yine üç bölümlük Siyasal saflaşma eksenleri üzerine düşünceler (Serbestiyet, 31 Ocak, 4 ve 10 Şubat) başlıklı yazılarla mukabele etmişti.

 

Yazıların yayımlandığı tarihte, iktidarın yeni bir siyasi saflaşma ekseni belirlemek ve bunu devlete ve topluma benimsetmek amacında olduğu hususunda Özaltınlı’yla aramızda bir ihtilaf yoktu. Şöyle yazmıştı:

“Ben de, Alper Görmüş’ün saflaşma ekseninin ‘millilik-yerlilik/ gayrı millilik’ olarak yeniden tanımlanması üzerine bir siyasal dil geliştirildiği gözlemine katılıyorum. AKP’nin siyasal doğrultusu ve söylemi üzerindeki tartışılmaz ağırlığıyla Tayyip Erdoğan, deyim yerindeyse bu dilin ‘kurucu unsuru’ oldu.”

 

Fakat Özaltınlı, bu dilin karşılık bulup kuvveden fiile çıkması (tabir caizse “tutması”) ihtimali hususunda farklı düşünüyordu:

“Görmüş’ün, iktidarın siyasal çatışmayı milli/gayrı milli güçlerin mücadelesi olarak anlamlandırmasının, laik duyarlılık temelinde muhalif duygularla yüklü kesimlerde bir tavır değişikliği yaratmakta olduğu izlenimine gelince… Gerçekten, tarif ettiği kesimden yazısında andığı kimi örnekler çıktı. Perinçek’in AKP’ye bakışındaki değişiklik; Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu’nun, Erdoğan’ın akademiklerin bildirisine verdiği çok sert tepkiyi haklı bulduğunu ima eden açıklamaları Alper Görmüş’ü doğrular nitelikte.

 

Fakat kanımca buradaki asıl soru, bu tutumun ne kadar yaygınlaşabileceği. İslamofobinin çok sert bir çekirdek olarak merkezinde durduğu; kimi olay ve söylemlerle katlanarak büyümüş bir nefretin varlığını unutmamak gerekir. ‘Millilik’ gibi -çok elverişli de gözükse- yeni bir ortak kaygı üzerinden oluşabilecek yakınlaşmaların marjinal kalacağını sanıyorum. Laiklik merkezli muhalif sosyolojinin ‘millilik’ çağrılarına duyarsız kalacağından değil; millilik ile İslamofobik hassasiyetlerin birbiri yerine geçmeksizin bir arada var olabileceğini varsaydığım için böyle düşünüyorum. Başka bir deyişle; ‘milli aidiyet’ duygusu ve tehdit algısı İslamofobiyi aşındıracak bir özellik değil.”

 

Özaltınlı’nın son cümleleri, benim neyi ihmal ederek o yazılardaki sonuca vardığımı iyi özetliyor: Şimdi, o yazılarda  “Millilik ile İslamofobik hassasiyetlerin birbiri yerine geçmeksizin bir arada var olabileceği” üzerine yeterince durmadığım için yanılgıya düştüğümü düşünüyorum.

 

Aradaki sapmam…

 

Aslında, laik-seküler çevrelerdeki İslamofobinin, “çok sert bir çekirdek olarak muhalif sosyolojinin merkezinde” olduğu ve dönüşmesinin neredeyse imkânsızlığı üzerine yazdığım yazılar üzerine çok daha eski bir tarihlerde (2010-2011’de) Özaltınlı ile tartışmış, benim yaklaşımımı fazla “sert” bulmuştu. Fakat birkaç yıl sonra, şimdi benim yaptığım gibi haklı çıktığımı teslim etmişti.

 

Nihayet 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, hem de “Yenikapı ruhu” günlerinde hiçbir hassasiyetin laiklik ve yaşam tarzı hassasiyeti üzerine galebe çalamayacağı hususunda fikir birliği etmiştik. Bu amaçla, Gürbüz Özaltınlı’nın 23 Temmuz 2016 tarihli yazısındaki “Kanımca, darbe tehlikesinin aşıldığı algısıyla birlikte, muhalif laik kesimler refleksif olarak derhal darbe öncesi ‘kutup mesafesine’ çekilecek ve daha şiddetli bir ‘Erdoğan- İslami Diktatörlük’ paniğinde birleşmeye eğilimli olacaklardır” cümlesini alıntılamış, aynen böyle düşündüğümü yazmıştım (Serbestiyet, 25 Temmuz 2016).

 

Demek ki hem 15 Temmuz’dan yıllar önceden beri hem de 15 Temmuz’dan sonra hiçbir hassasiyetin laiklik ve yaşam tarzı hassasiyeti üzerine galebe çalamayacağına inanmama rağmen, arada bir tarihte işte böyle bir sapmam olmuş.

 

Şimdi artık eminim: “Yerli ve millî” tutmadı ve tutmayacak. Çünkü laiklik-dindarlık eksenli siyasi mücadelenin laiklik tarafında yer alanların, onun dışındaki herhangi bir pozisyonu İslamofobilerini aşındıracak ölçüde benimsemeleri mümkün değil.   

 

 

 

- Advertisment -