Ana SayfaYazarlarYenilgiyi kabul edememenin içgüdüsel kökenleri hakkında küçük bir deneme

Yenilgiyi kabul edememenin içgüdüsel kökenleri hakkında küçük bir deneme

 

Herkes gibi ben de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçimleri izleyen günlerde neler söyleyeceğinin merakı içindeydim. Fakat ben daha kişisel bir merakla sözlerden ziyade vücut dilinin, ses tonunun, mimiklerinin peşindeydim.

 

Kişisel merakım “yenilgi psikolojisi”ne dairdi; insanların yenilgiyi nasıl karşıladıkları her zaman ilgimi çeken bir konu olmuştu. Şimdiye dek böyle çok gözlemde bulunmuş, bunlardan kamusal figür özelliği taşıyan bazılarının yenilgi ruh halleri üzerine yazmıştım da… Şimdi ise yenilgi karşısında nasıl bir tepki vereceğini çok merak ettiğim, fakat hiçbir zaman yenilmediği için de merakımı hiçbir zaman gideremediğim bir siyasetçi ilk kez yenilmişti…

 

Eh, bu durumda, konuya dair kaleme aldığım eski yazılarımı da yardıma çağırarak, “yenilgi psikolojisi” mevzuuna bir kez daha dönmem kaçınılmaz olmuştu.

 

En ilginç kategori: Galibiyet  canavarları

 

Yenilgi ruh halleri saymakla bitmeyecek bir çeşitliliğe sahip; bırakın ara tonları, tonların sayısı bile pek çoktur. Fakat bu çeşitlilik içinde bir kategori var ki bence en ilginci açık arayla odur: Mağlubiyetten ödleri kopan galibiyet canavarlarının yenilgi ruh halleri…

 

On iki – on üç yıl kadar önce, “mağlubiyetten ödü kopan, mağluplardan nefret eden” diye tanımladığım popüler bir TV fenomeninin portresi vesilesiyle galibiyet canavarlığı diye adlandırdığım şeyi şöyle tarif etmiştim:

“Bana, ulaşılması en güç bilgelik kriteri nedir diye sorsanız cevabım şöyle olur: ‘Bu dünyadaki en bilge kişi Samuel Backett'in cümlesinin hakkını veren kişidir: ' Hep denedin, hep yenildin. Gene dene, gene yenil; daha güzel yenil…’

“Bana, hep yenilen bir insan olmanın yükünü kaldırabilir misin diye sorsanız cevabım ‘hayır’ olur ama hemen eklerim: Hep yenenle hep yenilen arasında bir seçim yapmam gerekirse, hep yenilen olmayı tercih ederim. Hep yenersem insanlığımı hissedemem. Hep yenilirsem, evet, kendimi kötü hissederim, ama bu, insanlığımı hissedememekten daha kötü değildir.

“İşte bu nedenle, küçük mağlubiyetlere bile tahammülü olmayan galibiyet canavarları, yenildiğini hissedince canavarlaşan özgüven abideleri bana göre değildir.”

 

İki galibiyet canavarı: Arıklı ve Erdoğan

 

Galibiyet canavarlarının yenilgi ruh hallerinin ilginçliği, yaşadıkları gerçeklikle bize yansıttıkları arasındaki açıklığın hayret uyandıracak büyüklükte olmasından gelir.

 

Mağlubiyete toleranssız bir galibiyet canavarı olarak Erdoğan’ın seçimden iki gün sonra Çamlıca Camii’nde, beş gün sonra da Eyüp Camii’nde sergilediği yenilgiden hiç sarsılmamış parti lideri tavrı, yine bir galibiyet canavarı olan rahmetli Ercan Arıklı’nın hayatında tattığı en büyük yenilgilerden birinin sonrasındaki tavrına çok benziyordu.

 

Gazeteci olarak yıllarca birlikte çalıştığım medya patronu Ercan Arıklı, benim “galibiyet canavarlarının yenilgi ruh halleri” mesaimin başlıca öznelerinden biriydi. Ona dair yıllar önce kaleme aldığım gözlemlerimi de burada hatırlatmak isterim. Böylece “galibiyet canavarlığı” derken neyi kast ettiğim daha iyi anlaşılacak…

 

Arıklı örneği

 

Başta Nokta (1980’ler) olmak üzere çıkardığı dergilerle 4-5 yıl içinde tam bir medya fenomeni haline gelen Arıklı’nın yıldızı, Sabah grubuyla birlikte Söz adında bir günlük gazete çıkarma macerasının iki ay içinde felaketle sonuçlanmasıyla birlikte bir anda sönmüştü (1987). Çünkü sıradan bir başarısızlık değildi bu. Sabahçılar, onun yönetiminde çıkan gazeteye bir hafta kadar “sabrettikten” sonra bir gece âniden el koymuşlardı. Ercan Bey’in, ona büyük bir yenilgi duygusu yaşatan bu olay karşısındaki gûya umursamaz tavrını, talihsiz ölümünün (3 Haziran 2003) ardından kaleme aldığım bir yazıda şöyle anlatmıştım (Yeni Şafak, 11 Haziran 2003).

 

“Ercan Arıklı ‘güç’ün ve ‘başarı’nın insanıydı; güçsüzleri ve zayıfları sevmezdi, güçlü insanların zaman zaman zayıflıklar göstermesine ise bir noktaya kadar tolerans gösterirdi. (Bu açıdan ruhlarımızın kardeş olduğunu söyleyemem. Ben, ‘kahraman doğan ve hayatının sonuna kadar öyle kalan’ların kategorisinden değilim.)

“Ercan Bey, bu özelliği nedeniyle etrafındakilere sadece mutluluğunu gösterirdi (çünkü mutluluk ‘güç’tür), acılarını göstermezdi (çünkü acı çekmek ‘zayıflık’tır).”

“(…)

“Söz'le aynı binada çalışan biz Nokta'cılar, gazeteye el konulmasının ertesinde ‘Ercan Bey herhalde bu sabah gelmez’ diye düşünürken, o her zamanki saatinde, belli ki banyosunu yapmış, en şık haliyle, yüzünde geniş bir gülümsemeyle girdi yazıişleri salonuna… Hepimiz çok şaşırmıştık… Belli ki o anda onun için en önemli şey, yanında çalıştırdıklarının, içinde bulunduğu duruma üzülmemesini sağlamaktı ve bunu kesin bir biçimde sağlamıştı.)”

 

Yenilgiyi boyun eğmek gibi algılıyorlar

 

Girişte, insanoğlunun çağlar boyunca hep yenmeyi (hiç yenilmemeyi) neredeyse temel bir içgüdü olarak yaşadığını söylemiştim… Yani hâlâ işleyen, hepimizi az ya da çok etkilemeye devam eden bir duygudan söz ediyoruz… Derimizin altına işlemiş bu duyguyu bastırmak hiç kolay değilken, bir de hayat mücadelesinde hasbelkader elde ettiği üstünlükler sayesinde peşpeşe galip gelmiş olanların, yani mağlubiyeti hiç tatmamış olanların durumunu düşünün. Onların, hepimiz gibi sürekli olarak maruz kaldıkları “hep yenmelisin, hiç yenilmemelisin” şeklindeki içgüdüsel duyguyla baş etmeleri, yenilme duygusunu defalarca tecrübe edip kanıksamış sıradan insanlara göre çok daha zordur. Böyle insanlar yenilmeyi boyun eğmek gibi algılıyorlar ve o nedenle yenilgiyi hazmedebilme kapasiteleri son derece düşük oluyor.

 

Erdoğan, güçlü dini inancının sağladığı avantajı neden kullanamıyor?

 

Erdoğan'ın yenilmeyi boyun eğmek gibi algılayanların kategorisinden olduğu, son seçimin ardından sergilediği performansla iyice açığa çıktı. Oysa, onun yenilgiyi mesela seküler rakiplerinden daha kolay kabul edebilmesini sağlayacak bir avantajı var. Erdoğan, kuvvetli dini inanca sahip bir insan olarak, yenilmemenin sadece Allah'a mahsus bir nitelik olduğu bilgisine ve tabii kader inancına sığınabilir, bu sayede içgüdülerinin ona fısıldadığı "asla yenilmeyeceksin" seslerine kulak tıkayabilir, en azından yenilginin getirdiği yıkım duygusunu bu sayede biraz seyreltebilirdi. Fakat seçimlerin ardından, ilginç bir biçimde ikisi de namaz sonrasına isabet eden açıklamaları, bu avantajını da kullanamadığını gösteriyor. Buradan da anlıyoruz ki, dünyevi hırsların gücü karşısında içi boşalmış, kabuk haline gelmiş inançlar, retorik olarak ne kadar etkileyici ve güçlü görünürlerse görünsünler, kuvveden fiile çıkamıyorlar.

 

Son olarak bu yazıyla ilgili muhtemel gördüğüm bir itirazı peşinen cevaplamak istiyorum…

 

Yenilgi karşısında yalnız Erdoğan’ın değil, bütün teşkilatın gösterdiği tahammülsüzlüğe işaret ederek, meselenin “psikoloji”den ziyade İstanbul Belediyesi üzerinden devşirilen rantlarla ilgili olduğu söylenebilir.

 

Ben bunların rolünü inkâr etmemekle birlikte şu noktadaki ısrarımı sürdürüyorum: Bunların da çok önemli bir rolü var, fakat bunlar olmasaydı da biz aynı tahammülsüzlüğe yine maruz kalacaktık. Çünkü, anlaşılıyor ki karşımızda, insani gelişmişliğin en önemli ölçütlerinden biri olan “yenilmeyi bilmek ve hazmetmek” açısından daha epeyce yol yürümesi gereken bir liderlik ve bir siyasi kadro var.

- Advertisment -