Ana SayfaYazarlarYeni Zelanda katliamı manifestosundaki ‘beka’ kaygısı...’

Yeni Zelanda katliamı manifestosundaki ‘beka’ kaygısı…’

 

Yeni Zelanda’da Müslümanlara yönelik katliamın bir numaralı sorumlusu Brenton Tarrant’ın saldırıdan önce yayımladığı manifestonun temel motifi şu: Avrupalı ve beyaz ırktan olmayanlar Avrupa’dan ve Avrupa kültüründen uzak tutulmalıdır; aksi takdirde kıta onlar tarafından işgal edilecek ve Avrupa kültürü de yok olacaktır.

 

Yani Brenton Tarrant, dahil olduğu ırkın ve kültürün bir varlık-yokluk ikilemi ile, bir “beka sorunu” ile yüz yüze olduğunu savunuyor ve eyleminin sözde meşruiyetini bu tespite dayandırıyor.

 

Kendi varlığını yok edecek bir tehditle karşılaşan (ya da gerçek olmasa bile böyle bir tehdit algılayan) biriyle bu tehdidin öznesi arasındaki ilişkinin “düşmanlık” ilişkisi olduğunu hepimiz biliyoruz.

 

Bu bilgi bize her şeyden önce şunu anlatmalı: İnsanlara, bekalarının tehdit altında olduğunu söylemek çok tehlikeli bir silahtır ve tehdidin gerçek olmadığı durumlarda, kullananı ölümcül bir sorumluluk altına sokar.

 

… Çünkü hepimiz derece derece Fârâbî’nin “cahil” insanlarıyız

 

Yeni Zelanda’daki korkunç saldırı olmasaydı, bugünkü yazımı Murat Menteş’in yeni kitabı Derde Deva Randevu’ya ayıracaktım. Menteş kitabında, on bir müteveffa yazara sorular soruyor, onlarla sohbet ediyor. “Amacım” diyor, kitabı takdiminde, “yazarları ve eserlerini genel hatlarıyla tanıtmak; tecrübeli okura hatırlatmalarda bulunmak; yolun başındaki okurlara kılavuzluk etmek…”

 

Ben de Menteş’in amacına mütevazı bir katkı olsun diye, yazarların cevaplarının en fazla etkilendiğim bölümlerinden bir derleme yapmayı planlamıştım.

 

Yukarıda açıkladığım nedenle bunu sonraya bırakıyorum, fakat bir istisnayla: İslam dünyasını felsefeyle tanıştıran filozof olarak bilinen Fârâbî’nin (870-950), bu yazının konusuyla doğrudan ilintili olan düşüncelerini buraya alacağım.

 

Kitabın sözünü ettiğim bu bölümünde Menteş, Fârâbî’ye “cehalet” konusunda sorular yöneltiyor. Fârâbî’ye göre “cahil”, insanın kültürle, uygarlıkla geliştirdiği değerlerin farkında olmayan ve davranışlarının ölçüsünü tabiata bakarak belirleyen insandır. Bakalım bu fasılda Murat Menteş ne sormuş, Fârâbî nasıl cevaplar vermiş:

 

Cahillerin bir hayat görüşü var mı?

 

Bir bakıma evet, var. Cahil kimse tabiata bakınca zıtlıkları görür. Her varlığın diğerine düşman olduğunu ve aralarında bir ölüm kalım mücadelesinin sürüp gittiğini… Dolayısıyla düşmanlığı bir veri sayar. Ötekini yok etmeyi veya köleleştirmeyi ‘tabii’ görür. Tabii olanın, kültürel yani insani olanla çelişebileceğini düşünmez. Düşmansız, zafersiz ve eşitliğe dayalı bir hayat düşünemez.

 

Dolayısıyla, daima zorbalığa geçit verir, öyle mi?

 

Bravo. O, elindeki nimeti kimseyle paylaşmaz. Başkasının elindeki nimeti ise zorla kapmaya bakar. Ona itiraz eden herkesi ezip sindirir. Bunları da övgüye şayan şeyler, mutluluğun ta kendisi zanneder.

 

O zaman… cahillerden müteşekkil bir kitlede hep olumsuz duygular öne çıkar?

 

Elbette. Bir cahile göre her insanın diğer herkesten temelde nefret etmesi tabii ve hatta zorunludur. Başkalarıyla ancak emirler doğrultusunda veya ihtiyaçtan ötürü bağ kurar. Bu tür insanları birbirine en çok ‘dış tehlikeler’ yaklaştırır. Tüm bunlar ‘vahşi, hayvani’ diyebileceğimiz bir görüşün ve tutumun tezahürleridir.

 

‘Beka’ kaygısı insanın en temel korkularını harekete geçirir

 

Kendisinin, kendi ailesinin, kendi cemaatinin ya da kendi milletinin geleceğinin tehdit altında olduğunu düşünen bir insana yeterli ölçülerde korku zerk ederseniz, onu tabiattaki mücadelenin ölçüleriyle hareket eden bir insan haline getirebilirsiniz; istisnalar kaideyi bozmaz.

 

Yani insanoğlu kültürün, uygarlığın bunca yol almışlığına rağmen hâlâ ve her an “vahşet” durumunun dürtüleriyle hareket etmeye meyyal bir yaratıktır.

 

Siyasetçilerin insanları, kendi varlıklarını anlamlı kılan her şeyin tehdit altında olduğu yönünde uyarmadan önce neden bin defa düşünmeleri gerektiği, Fârâbî’nin tuttuğu ışığın altında daha iyi anlaşılıyor.  

 

Yeni Şafak gazetesi yazarı Kemal Öztürk’ün geçtiğimiz günlerde Tvnet’te izlediğim bir tartışma programındaki uyarısı da bu yöndeydi. Öztürk, feministlerin gece yürüyüşünde ezanı protesto ettikleri iddiasının gerçeği yansıtmadığına dair görüşünü aktardıktan sonra, bunun dahi beka tartışmasının bir unsuru haline getirilmiş olmasını eleştirdi ve “beka” sözcüğü etrafındaki  çağrıların tehlikesine şöyle dikkat çekti (mealen): “Kelimenin taşıdığı çok kuvvetli anlam nedeniyle, ‘beka’ çağrısı kitleler tarafından ‘acil’ koduyla algılanabilir ve bir noktadan sonra onların hangi eylemlere yöneleceğini bilemezsiniz.”

 

“Cahil” avrupalıları “uygar” Avrupalılardan ayırmak…

 

Sonuncusuna Yeni Zelanda’daki saldırıyla şehit olduğumuz sınırsız zalimlikteki eylemlerin, kıtalarını kaybetmekten korkan beyaz Avrupalıların “beka kaygısı”nı daha da güçlendirmeye matuf olduğunu öne sürmek, “beka” sözcüğüne Türkiye’de kazandırılan kutsal anlam düşünüldüğünde, bazı okurlar için rahatsız edici olabilir. Fakat kanaatimce bu kelimeyi son saldırı bağlamında kullanmaktan vazgeçmek yerine, onu ülkemizde hem de büyük hassasiyetler barındıran alanlarda durmaksızın kullanmaktan vazgeçmeliyiz. Çünkü unutmamalıyız ki, bu tür eylemler zımnî ya da açık desteğini, kendisinin ve kendi kültürünün varlık yokluk sorunu içinde olduğuna inanan ya da inandırılan insanlardan alıyor.

 

Bu türden “cahil” Avrupalılara “anladıkları dilden” cevap vermek, onların “beka” kaygılarını artırmaktan, yani Brenton Tarrant ve benzerlerinin amaçladıkları şeye hizmet etmekten başka bir işe yaramaz.

 

Yapılması gereken şey, davranışlarını “tabiata bakarak” kuran “cahil” Avrupalılarla, davranışlarını insanlığın geliştirdiği ahlaki değerleri ölçü alarak kuran Avrupalıları ayırmaktır.

 

Bunu yapmayıp toptan bir Avrupa ve Batı düşmanlığına sürüklenmek, seçilecek en yanlış yol olacaktır. Tarrant ve benzerlerini “tuzağımıza düştüler” diye sevindirmek isteyenler için bu yol gayet uygundur.    

 

  

- Advertisment -