Ana SayfaYazarlarTürkiye-Hollanda gerilimi hakkında su üstüne bir yazı

Türkiye-Hollanda gerilimi hakkında su üstüne bir yazı

 

Tarafların haklılıklarına mutlak bir inanç beslediği, her iki tarafın sadece kendi haklılığını teyid eden olgularla argümanları öne çıkarıp diğerlerini gizlediği çatışmalı bir durumda, ancak adil bir üçüncü gözün fark edip sergileyeceği nüanslar saymakla bitmez…

 

Zaten gazetecilik temelde bunun için var ve gazetecilerin  “savaşların savaşmayan tarafları” şeklindeki tarifi tam da bunu anlatıyor… Fakat böyle bir gazetecilik, bildiğimiz milliyetçiliğin geri döndüğü, “beka” kaygısının devletlerden dalga dalga gazetecilere de sirayet ettiği bir dünyada artık “düşmanın diliyle konuşmak” diye damgalanıyor. Hatta sıklıkla meslekten insanlar birbirlerini böyle suçluyorlar.

 

Olması gerekenle olan arasındaki farkı anlamak için Anglo-Sakson merkezli gazeteciliğin Vietnam (1960’ların sonu) ve Falkland (1980’lerin başı) savaşlarındaki tavrıyla, 2000’lerdeki kendi devletlerinin taraf olduğu savaşlardaki tavrını karşılaştırmak yeter…

 

(BBC, İngiltere ile Arjantin arasındaki Falkland savaşını “bizim askerlerimiz”le “onların askerleri” arasındaki bir savaş olarak değil, “İngiliz askerleri” ile “Arjantin askerleri” arasındaki bir savaş olarak haberleştirmişti… BBC Genel Müdürü, savaşta evladını kaybetmiş İngiliz anneleriyle Arjantinli annelere eşit söz hakkı vermelerine gelen eleştirileri, “BBC'nin gözünde evladını kaybetmiş bir İngiliz anneyle, evladını kaybetmiş bir Arjantinli anne arasında hiçbir fark yoktur” diye savuşturmuştu.)

 

Ne okurlar sevmiştik, zaten yoktular…

 

2011 yılının ocak ayında, Türkiye'den Medya Derneği ile ABD merkezli uluslararası gazetecilik kuruluşu International Center for Journalists’in (ICFJ) birlikte düzenledikleri üç günlük bir atölye çalışmasına Türk tarafının eğitmeni olarak katılmıştım.

 

Kurs metinleri ve örnek haberler ICFJ tarafından hazırlanmıştı… İlk dersin ilk metni “Etik neden önemlidir” başlığını taşıyordu ve ilk cümlesi şöyleydi:

 

“Okurları ve izleyicileri, bir hikâyeyi tek taraflı anlattığımıza ya da yanlış anlattığımıza inanmalarından daha fazla öfkelendiren bir şey yoktur…”

 

Ders metninde, böyle durumlarda okurların gazetecilere mutlaka tepki gösterdiği ve hesap sorduğu hatırlatılıyor, gazetecilerin bu türden tepkilere maruz kalmamaları için uymaları gereken etik ilkeler sıralanıyordu…

 

Ders metinlerini hazırlayan Amerikalı gazetecilerin, kamuoylarının her durumda “iyi gazetecilik” istediğine ve bunu yapmayan gazetecileri cezalandırdığına dair varsayımlarını bir yandan anlıyor, bir yandan da hayli naif buluyordum… Çünkü biliyordum ki bazı durumlarda, okurların kahir ekseriyeti hakikatin yüzlerce nüans içeren tamamını değil, hakikatin kabaran duygularına iyi gelecek bölümlerini duymak istiyordu.

 

Bu halin en fazla gözlendiği durumların başında da hiç kuşkusuz milli duyguların kabardığı savaşlar, çatışmalar, gerilimler geliyordu… Amerikalı gazetecilerin haklı olarak övündükleri Vietnam savaşı gazeteciliği de kahir ekseriyeti yukarıda tanımladığım gibi olan okurlara rağmen gerçekleştirilebilmişti. (“Vietnam Savaşı henüz sarpa sarmamışken ABD’de yapılan bir araştırma, ABD’li okurların, cephelerdeki gerçek de olsa “moral bozucu” haberlerin kendilerinden gizlenmesine hiçbir itirazlarının olmadığını göstermişti.)

 

Eğer gazeteciler kendilerini bu toplumsal ruh halinin yarattığı akıntıya bırakırlar, akıntıya karşı koyma cesaretini gösteremezlerse… O zaman ürettikleri şey “gazete” değil “propaganda bülteni” olacaktır.

 

Gerilimde siyasetçiler ve medya

 

Bu uzun girizgâhtan sonra Türkiye ile Hollanda arasında yaşanan büyük gerilime dönelim…

 

İşte size, tarafların haklılıklarına mutlak bir inanç beslediği, her iki tarafın sadece kendi haklılığını teyid eden olgularla argümanları öne çıkarıp diğerlerini gizlediği çatışmalı bir durum… Bu olayda da ancak adil bir üçüncü gözün fark edip sergileyeceği sayısız nüans olmalı; fakat haberlerde sadece propaganda cümleleri görüyoruz.

 

Türk medyası her zaman olduğu gibi “patlama ânı”na kadar bekledi, süreci hakkıyla izleyip işin nerelere varabileceğine dair bir habercilik-yorumculuk sergileyemedi. Salt “patlama ânı”ndaki görüntüye bakıldığında (uçuş izni iptal edilen bir dışişleri bakanı, kendi konsolosluğuna girmesi polis zoruyla engellenen bir başka bakan), Hollanda hükümetinin haksız ve hukuksuz bir uygulama içinde olduğu muhakkak… Medyanın bu tespiti yapmasında da bir sorun yok… Fakat buraya gelene kadarki performansına bakıldığında, farklı bir değerlendirme yapmak kaçınılmazlaşıyor.

 

Çünkü çatışmaya değil uzlaşmaya ve anlayışa odaklanan bir gazetecilik, sürecin tehlikelerine işaret edebilir, Türk siyasetçilerin Hollanda’daki referandum kampanyalarını 15 Mart seçimlerinden sonrasına ertelemelerini talep edebilirdi… Aynı şekilde Hollanda medyası, kendi hükümetini, Türk siyasetçilerle bu yönde bir uzlaşmaya zorlayan bir yayın çizgisi izleyebilirdi…

 

Oysa ne oldu? Gûya her iki ülkenin medyalarının iktidara gelmesini istemediği ırkçı parti, olan bitenden büyük bir fayda sağladı.

 

Bir başka nokta: Hollandalı merkez siyasetçilerin, gerilimi kendi seçimlerinin bir parçası haline getirip bundan fayda sağlama hesapları gerçek de, Türkiye’deki iktidar partisinin 16 Nisan referandumuna dair benzer hesaplar yaptıkları gerçek değil mi?

 

Böyle kısa vadeli hesaplar siyasetin doğasında var ve siyasetçiler sık sık buna meylediyorlar, fakat medya siyasetçilerin kısa vadeli hesaplarını meşrulaştırmak için değil, o hesaplarla ülke halkının uzun vadeli çıkarları arasındaki farklılıkları göstermek için var.

 

Bütün bu hengâmenin sonucunda, Hollanda’daki ırkçı parti, ihtiyacı olan bir-iki puanı hanesine ekler de yönetimde söz sahibi olursa, buna yol açan gerilimi önlemeye çalışmak yerine kışkırtan medya da sorumlu olacak.

 

Çatışmalı durumlarda sıklıkla karşılaşıldığı gibi, muhtemelen bu olayda da, öne çıkarılıp işlenseydi varılan sonucu engelleyebilecek unsurlar vardı. Fakat bunlar hem gürültüyü daha çok seven medyaya cazip gelmiyor, hem de girişte de yazdığım gibi dünya artık eski dünya değil: Böyle bir gazetecilik, bildiğimiz milliyetçiliğin geri döndüğü, “beka” kaygısının devletlerden dalga dalga gazetecilere de sirayet ettiği bir dünyada artık “düşmanın diliyle konuşmak” diye damgalanıyor.

 

- Advertisment -