Ana SayfaYazarlarMetrobüs faciası ve ödlekler kadar cesur olabilmek...

Metrobüs faciası ve ödlekler kadar cesur olabilmek…

 

İstanbul’un şiddet dolu gündelik hayatının tahammülfersâ boyutlara ulaştığını gösteren son metrobüs faciasından sadece birkaç gün önce, William Saroyan’ın “Ödlekler Cesurdur” adlı öyküsünü okumuştum… Dolayısıyla, facianın oluş biçimini öğrendiğimde, aklıma kaçınılmaz olarak hareket halindeki metrobüsün şoförüne saldıran kişinin bir “ödlek” olması durumunda o facianın kesinlikle yaşanmayacağı geldi. İşte o zaman ben de Saroyan gibi düşündüm:

 

“En iyi insanlar ödleklerdir. En ilginç, en kibar, en has ve suç işleme ihtimali en az olanlar gene onlardır.

 

Asla bir banka soymayı düşünmezler. Akıllarından bir başkana suikast düzenlemek gibi bir şey geçmez. Yolda yürürken, çukur kazan bir amelenin gözüne kum sıçratsalar, amele de onlara küfretse, ödlekler onurlarının lekelendiğini düşünmezler ve onun için de ameleyle kavga edip bir araba dayak yemelerine gerek kalmaz. Onun yerine, ‘özür dilerim, isteyerek olmadı’ der, yollarına devam ederler. Ödlekler terbiyeli insanlardır ve bir o kadar da düşünceli.”

 

Cesaretine ağlanan ödleğin hakiki hikâyesi

 

Dedeleri 1915 Büyük Felaketi’nden sonra Bitlis’ten Amerika’ya göç eden ve orada doğan William Saroyan, çoğu öyküsünde olduğu gibi “Ödlekler Cesurdur”da da, içinde yaşadığı Ermeni cemaatinden bireylerin hakiki hayatlarına odaklanıyor.

 

Çoğu öykü gibi “Ödlekler Cesurdur” da Kaliforniya, Fresno’daki Ermeni kasabasında geçiyor. Hikâyesi anlatılan ödlek, ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılma kararı aldığında genç bir erkek olan Kristofor Ağbadaşyan…

 

Askere alma emri 1917 yılında Fresno’ya ulaştığında, kasabanın bütün “cesur” erkekleri gözlerini kırpmadan orduya katılıp kasabadan ayrılırlar. “Annesi ve evlenmemiş üç kız kardeşiyle oturan, üç yıldır Cooper’s Mağazası erkek reyonunda çalışan yirmi dört yaşındaki Kristofor Ağbadaşyan” ise ortadan kayboluverir.

 

Öykünün sonunda anlarız ki, Kristofor bir yere kaybolmamış, savaş boyunca evden hiç çıkmayarak gizlenmiş, eve birileri geldiğinde de yatak altına girmişti.

 

Savaş 11 Kasım 1918’de biter. Savaşta oğulları ölen ya da yaralanan Fresno’lu aileler yalnız kederli değil gururludurlar da. Onlar kadar “cesur” olamayan Kristofor’un ailesi için ise tablo sevimsizdir.

 

Bu arada kasabanın yaşlı ve metanetli erkeklerinden Şulavari Başmanyan’ın gözyaşlarına pek bir anlam verilmez; zira savaşa gitmiş oğlu yoktur.

 

Kimin için ağladığı sorulduğunda ise şöyle der:

 

“Kristofor için ağlıyorum, cesareti yüzünden kötü muamele gören Kristofor için. Şüphesiz o bir ödlek; ama bir erkek ödlek olabilmek için çok daha fazla cesur olmalı. Arkadaşlarınla birlikte hükümetin emrinde asker olmak kolaydır. Ama asıl zor olan kendin olmaktır, annenin evindeki yatağın altında olsan bile. Kristofor’un cesaretine ağlıyorum ben.”

 

Kristofor’un sonraki hayatına gelince:

 

“İşin doğrusu, ateşkes imzalanmadan birkaç hafta önce Kristofor Sacramento’ya gitmişti. Charles Abbot adını almış ve Ross Kardeşler Mağazası’nda çalışmaya başlamıştı. Çok geçmeden daha iyi mevki ve maaşla San Fransisco şubesine geçmişti. Orada üç yıl kaldı ve sonra Post Caddesi’nde kendi dükkânını açtı.

 

Hükümet onun izini bulduğunda altı yıldır San Fransisco’da yaşıyordu. Smith mezunu, İskoç-İrlandalı karışımı Bostonlu bir kızla evlenmiş, üç erkek bir kız çocuğu olmuştu.”

 

Onu bulan yetmişine merdiven dayamış Battaglia adlı hükümet görevlisi, Kristofor’a, “En çok istediğimiz şey, bu dosyaları kapatmak ve onları unutmak” der ve kapatmak için dosyasına “hafıza kaybı” yazmayı teklif eder:

 

“Sizin başka bir öneriniz var mı?”

 

“Ödlek yazın.”

 

“Bu hafıza kaybı yazmak kadar yalan olur, demiş Battaglia. Sonra formu doldurmuş, ‘Baba yazdım, eminim bu iş görür. Dosya kapanmıştır’.”

 

Kristofor’un hikâyesi için Saroyan’ın uygun gördüğü final ise şöyledir:

 

“Ödlekler iyidirler, ilginçtirler, kibardırlar; bir kuleden insanların üzerine ateş etmeyi asla düşünmezler. Yaşamayı arzularlar, böylece de çocuk sahibi olacak kadar uzun yaşayabilirler. Ödlekler cesurdur.”

 

Deli ‘cesaretli’ iki adamın marifeti

 

İstanbul, Acıbadem’deki metrobüs faciasından birkaç saat sonra bir Ekşi Sözlük yazarı (etrak), sonradan ortaya çıkan görüntülerin de doğrulayacağı şu tanıklığı kaleme aldı:

 

“Kazayı yapan metrobüsteydim. Elim ayağım titrediği için ancak yazacak kadar kendime geldim. Körüğün hemen önünde yola ters oturuyordum. Acıbadem durağına geldiğimizde bizim metrobüs durduğunda ön yarısı durakta iken arkası ise durağa girememişti. Ön kapıda duran bir yolcu şoföre ‘niye kapıyı açmıyorsun’ dedi. Şoför önce cevap bile vermedi ama yolcu ‘açsana kapıyı’ diye yüksek sesle söyleyince şoför ‘açmıyorum’ dedi. ‘Nasıl açmazsın’ deyince, şoför ‘istediğim yerde açarım, sana ne’ dedi ve bunun üzerine yolcu şoförün üstüne yürüdü. Şoför ayağa kalktı, tam kavga çıkacakken yolcular araya girip ikisini de sakinleştirdi. Bu arada öndeki metrobüsler durağı boşaltınca bizim metrobüs ilerleyerek durağa girdi ve bütün kapıları açtı. Şoförle tartışan yolcu gerilimden dolayı inmeyi unuttu veya vazgeçti. Tam kapılar kapanıp hareket edince 3-5 saniye sonra yolcu bağırarak şoföre saldırdı ve büyük bir gürültü ve sarsıntıyla metrobüs yan yola geçti ve o an çok uzun gelen bir süre sonunda bir yere çarpıp durdu.”

 

Ekşi Sözlük yazarı etrak’ın da dediği gibi, yaşanan olay, İstanbul’da her gün yüzlerce örneğine rastlanan tipik bir kabalık, nezaketsizlik, inat ve “lekelenen onur”unu kurtarmak için yalnız kendi canını değil, yüzlerce kişinin canını tehlikeye atmaktan çekinmeyen bir “gözüpeklik” öyküsü:

 

“Kazanın oluş sebepleri… Metrobüs tam durağa girmeden kapıların açılmadığını bilmeyen bir yolcu… Sabah sabah yolcuya durumu izah etmeye üşenen ve üstelik ukalaca ‘istediğim yerde açarım’ diyebilen bir şoför… Bu kadar mı her an çıldırmaya hazır bir milletiz? Bundan daha özeti olamaz. İki delinin canını yaktığı onlarca kişi.”

 

Şemsiyeli saldırganın yerinde Kristofor olsaydı…

 

Şimdi düşünün, o şemsiyeli saldırganın yerinde Kristofor olsaydı ne olurdu? Ne olacak, şoför ona “istediğim yerde indiririm” deyince, metrobüsteki onlarca kişinin önünde aşağılandığını düşünmeyecek, aracın durmasını bekleyecek, ardından da şoföre, “Özür dilerim, biraz önce metrobüsün tamamının perona yanaştığını fark edemeyip sizden kapıları açmanızı istedim. Teşekkür ederim, iyi yolculuklar” deyip inecekti.

 

Metrobüs faciasıyla ilgili olarak Ekşi Sözlük’e girilen bütün entry’leri okudum. Büyük bir çoğunluk, saldırganın tavrını eğitim eksikliğine, medeniyetsizliğe, köylülüğe vb. bağlıyordu.

 

Şimdi, tablonun tamamının ortaya çıkmasından sonra onlara sormak isterim: O saldırganın yerinde siz olsaydınız, şoförün tavrı karşısında kendinizi aşağılanmış, onuru lekelenmiş biri gibi hisseder miydiniz?

 

Şayet bu soruya cevabınız “evet” ise saldırganın tavrıyla ilgili olarak bir daha düşünün. Yok, “Ben bir ödlek gibi davranırdım, güler geçerdim, yürür yoluma giderdim” diyorsanız, o zaman başka.

 

- Advertisment -