Ana SayfaYazarlarEditoryal bağımsızlık: Fransa’da olan Türkiye’de neden olamıyor? (1)

Editoryal bağımsızlık: Fransa’da olan Türkiye’de neden olamıyor? (1)

 

Geçtiğimiz hafta, Fransız iTélé televizyonunun haber merkezinde çalışan 120 gazetecinin 95’i, “patronun, gazetecilerin editoryal bağımsızlıklarını yok ettiği” gerekçesiyle istifa ettiler.

 

Deneyimli gazeteci Burcu Karakaş’ın ilk istifa edenlerden Florent Peiffer ile konuşarak Journo dergisinde kaleme aldığı habere göre, istifalar, “Fransız televizyon yayıncılığı tarihinin en kapsamlı ve uzun soluklu ikinci grevi”ni izledi. iTélé,  dünyanın en büyük medya şirketlerinden biri olan Vivendi’ye ait…

 

Fransız gazeteci Peiffer, Türkiye gazeteciliğinin pek âşina olmadığı “editoryal bağımsızlık için grev ve istifa” sürecini şöyle anlatıyor:

“İstifaya karar verdik çünkü kanalın girdiği istikamet bizlerin, bağımsızlığımızın öncelikli olmadığını anlamamıza neden oldu. Yeni kurallar getirildi. Kanalın yeni direktörü, yöneticilik görevini yazı işlerinde kullanmaya karar verdi. Bu da Vivendi Medya Grubu ile gazeteciler arasında artık filtre olmaması anlamına geliyordu. Birkaç ay içinde sansürle karşılaştık. Son olarak François Fillon (merkez sağın cumhurbaşkanı adayı) ile ilgili haber yapmamız engellendi.” (François Fillon ile ilgili hangi haberlerin yayınının engellendiğini öğrenmek isteyenler, Akın Özçer’in 3 Şubat’ta Serbestiyet’te yayımlanan Çanlar Fillon için çalıyor başlıklı yazısına bakabilirler.)

 

Türkiye’de olsaydı?

 

Türkiye’deki gazeteciliğin noktainazarından bakıldığında anlaşılması zor bir eylemle karşı karşıya olduğumuz muhakkak: Neymiş, patron üç ay sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir adayı destekliyormuş ve kendisine bağlı medya grubundaki gazetecilerden, onunla ilgili iddiaları haberleştirmemelerini istemiş! Ne varmış bunda? Patronun editoryal çizginin tespitinde hiç mi hakkı olmayacak, hiç mi müdahalede bulunamayacak?

 

Türkiye’deki gazetecilik kültürünün gazeteci-patron ilişkileri boyutu tam olarak bu soruların meşru sorular olduğu üzerinden işlediği için, aynı şey Türkiye’de yaşansaydı gazetecilerin nasıl davranacağını biliyoruz; zaten muhayyel örneklere ne hâcet, Türkiye’de işlerin her zaman böyle yürüdüğünü bilmiyor muyuz?

 

Türkiye’deki gazetecilik kültürü çok tuhaf bir biçimde patronların editoryal sürece müdahalelerini bir hak olarak görüyor ve bu da her şeyi en baştan bozuyor, bir bütün olarak gazeteciliğin iktidarların baskılarına karşı dirençsiz hale gelmesinde kilit rol oynuyor.

 

Yıllar önce bir yazımda (2011), iktidarın medya üzerindeki baskısının madalyonun bir yüzünü oluşturduğunu, öbür yüzde ise gazetecilerin kendi patronlarına karşı editoryal bağımsızlıklarını savunmamalarının bulunduğunu ve bunun da iktidarların işini kolaylaştırdığını şöyle anlatmıştım:

“(…) Editoryal bağımsızlığın en önemli yönlerinden biri ‘patrona karşı editoryal bağımsızlık’(tır). Bu, aslında, gazetecilerin hükümetler ve devletler karşısında dik durabilmesinin de ön koşuludur. Bir adım daha atayım: Patrona karşı editoryal bağımsızlık, basın patronlarının bilinen nedenlerle iktidarlar karşısında boyunlarının eğik olduğu Türkiye gibi ülkelerde yalnızca ön koşul değil, olmazsa olmaz bir koşuldur. Çünkü alttan, gazetecilerden bir direnç gelmezse, basın patronları doğaları gereği sadece ceplerini düşünecek, ‘özgür gazetecilik’ falan umurlarında bile olmayacaktır. Onları yola getirecek, iktidarlar karşısında daha dirençli kılacak yegâne şey, gazetecilerin ‘iyi gazetecilik’ yapma konusundaki ısrarları olabilir ancak.

 

“Tersine, gazetecilerin, patronlarını zor durumda bırakmama kaygıları gazetecilik kaygılarının önüne geçerse; ya da gazeteciler ‘patronumun ricasını yerine getirmezsem etrafta tonla yerine getirecek adam var’ meşrulaştırmasıyla davranırlarsa patronlar da bunu tepe tepe kullanır.

 

“Özetle, bu işin matematiği şöyle işler: Gazetecilerin patronlar karşısındaki tutumlarını belirleyen etmenler, olması gerektiği gibi ‘editoryal bağımsızlık’ ve ‘iyi gazetecilik’ ısrarı olursa, bu, patronların iktidarlar karşısındaki tutumuna da yansır.

 

“Eğer böyle bir kaygınız yoksa ve medya patronları da bunun böyle olduğunu biliyorlarsa, o zaman bugün olan şey olur: İktidarların karşısında yılan patronlar gazetecilere dönerler ve onlardan ‘anlayış’ beklerler.”

 

Salt bir “korkaklık” ve “boyun eğiş” meselesi değil

 

Türkiye’de bu iş her zaman böyle oldu: Devlet ve hükümetler medya patronlarından hep bir şeyler istediler (o haberin girmemesi, bu köşe yazarının kulağının çekilmesi yahut yazılarına son verilmesi vb.)… Medya patronları “kendi” gazetecilerine dönüp gereğini yapmalarını istediler… Gazeteciler de bu talepleri “patronun editoryal sürece meşru boyutlardaki müdahalesi” kapsamında gördüler ve gereğini yerine getirdiler.

 

Fakat bunu salt bir “korkaklık” ve “boyun eğiş” olarak görürsek yanılırız; bu, “gönüllülüğü” ve “anlayışı”ı da içeren bir kültür…

 

Peki bu tuhaf gazetecilik kültürü nasıl oluştu? Sahipliğin başka, editoryal sürecin başka olduğuna dair anlayış neden bizim gazeteciliğimize sızamadı? Paranın sahibinin, mesela bir tekstil firmasını yönetirken kullandığı yetkinin aynısını bir gazete sahibi olarak kullanamayacağının anlaşılması neden bu kadar zor oluyor?

 

Bu soruların cevabının Türkiye’deki kurum kültürü, bireyselleşme, ast-üst ilişkilerindeki genel kabul görmüş anlayışlar vb. ile ilgili olduğu çok açık; yani işin bu yanı gazetecilerden çok sosyologları ilgilendiriyor ve dolayısıyla ben de oralara girmeyeceğim.

 

Burada, gazeteciliğimizin yakın tarihinden birkaç enstantane ile Türk gazeteciliğinin patrona karşı editoryal bağımsızlık hassasiyeti faslında ne kadar nasipsiz olduğunu göstermekle yetineceğim.

 

Çarşamba günü bu noktadan devam edeceğim.

 

 

 

 

 

- Advertisment -