Ana SayfaYazarlarBildiğimiz milliyetçiliğin geri dönüşü ve yeni dünya savaşı ihtimali

Bildiğimiz milliyetçiliğin geri dönüşü ve yeni dünya savaşı ihtimali

 

Yirminci yüzyılın başlarında, sekülerizmin ve sosyalizmin yüzyıl bitmeden dinlerin çanlarına ot tıkayacağına, en azından dini inancı bireylerin iç dünyalarına hapsedip kamusal alandan süpüreceğine inanılıyordu… Sonucu biliyoruz: Din, başta sosyalizmin yıkıntıları arasından olmak üzere dünyanın her yerinde yükseldi. Şimdi, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamaya doğru giderken, dinlerin bir gün yeniden gerilemeye başlayacaklarına dair teoriler ortada görülmüyor.

 

Benzer şekilde, yirmi birinci yüzyılın başında da küreselleşmenin, yüzyıl bitmeden milliyetçiliği tamamen ortadan kaldıracağına dair geniş bir inanış vardı…

 

Bütün gelişmeler, din gibi milliyetçiliğe dair öngörülerin de tutmadığını, tıpkı dini inanış gibi milliyetçi duygularda da belirgin bir yükseliş olduğunu gösteriyor.

 

“Bildiğimiz milliyetçilik geri dönmez” düşüncesi…

 

Küreselleşmenin bir siyasi proje değil, kapitalizmin geldiği aşamaya tekabül eden “doğal” bir süreç olduğunu öne süren liberal siyaset bilimciler, bu “alt yapı”nın “milliyetçilik” gibi bir “üst yapı”yı taşımasının mümkün olmadığını söylüyorlardı. Onlara göre, milliyetçiliğin yirminci yüzyılda olduğu gibi içe kapanmaya, ırkçılığa ve yıkıcı savaşlara yol açma ihtimali artık yoktu, milliyetçilik en fazla “kollektif kimlik ve gurur modelleri yaratan” pozitif (yumuşak) bir duyguya dönüşebilirdi.

 

Fakat itirazcılar da az değildi. Mesela London School of Economics’ten Prof. Fred Halliday… Halliday, 2001’de yayımlanan (Türkçede 2002, Bilgi Üniversitesi Yayınları) 2000’lerde Dünya: Tehlikeler ve Vaatler adlı kitabında, milliyetçiliği iyi-kötü, yumuşak-sert diye sınıflamanın yanlışlığına dikkat çekiyor, “yumuşak ve “iyi” milliyetçiliğin “kötü ve sert” milliyetçiliğe dönüşme potansiyeline dair uyarılarda bulunuyordu:

 

“(…) Özellikle böylesine yaygın bir gönül rahatlığının bulunduğu günümüzde bir uyarı notu düşmek gerekiyor: Geçtiğimiz yüzyıl, la bella époque (güzel çağ), 1900’de birçokları için iyimserlik ve ilerleme havasında başlamıştı, ta ki on dört yıl kadar sonra, 1914’te iflas edene kadar. İnsanların beklentilerinin nasıl bir şaşkınlığa dönüştüğünü hatırlamakla akıllılık etmiş oluruz: Önümüzdeki yüzyıl geride bıraktığımızdan daha iyi çıkabilir, ama geride bıraktığımız kadar, hatta daha kötüsü de olabilir. Ne de olsa tarihi belirsizlik çağında yaşamaktayız.”

 

“Küreselleşme-milliyetçilik” denklemi neden işlemedi

 

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra insanlığın bir daha o ölçüde yıkıcı bir kavgaya girişmesinin imkânsız olduğunu düşünenler, 1939’da yanıldıklarını anladılar; “daha kötüsü”yle karşılaştılar ve çok şaşırdılar.

 

Sadece 30 yıl içinde insanlık tarihinin gördüğü en büyük iki yıkımı yaşayanların, normal olarak bir daha iyimser bir beklenti içine girmemeleri beklenirdi, fakat öyle olmadı; İkinci savaşın sona ermesinden sonra başlayan, Soğuk Savaş parantezinin de geçilmesinden sonra iyice güçlenen bir iyimserlik eğilimi bütün dünyaya dalga dalga yayıldı. Bu iyimserlik temelsiz değildi, çünkü altında, savaşlara ve yıkımlara neden olan milliyetçiliğin yeşerdiği toprağı çoraklaştıracağına inanılan küreselleşme süreci yatıyordu.

 

Küreselleşmenin milliyetçi duyguları törpüleyeceğine, zamanla da eriteceğine dair denklem, küreselleşmenin bütün dünyada toplumsal zenginliği artıracağına dair vaadinin gerçekçi göründüğü nispette, işleyecek bir denklem gibi görünüyordu.

 

Ne var ki, bütün insanlığa daha fazla refah ve barış vaat eden küreselleşmenin, yolunda ilerledikçe vaatlerinin tam tersi sonuçlar üretebileceği ortaya çıkmaya başladı.

 

En başta “sonsuz barış” vaadi çöktü. Küreselleşmenin barış vaadi, teknolojinin ulaştığı düzeyde sermayenin eskiden olduğu gibi savaştan değil barıştan daha çok yararlanacağı, daha fazla kâr elde edeceği iddiasına dayanıyordu.

 

Bu iddia yanlış değildi fakat henüz zamanı gelmemişti.

 

Doğru, internet ve bütün dijital teknoloji ürünleri, başta silah ve petrol olmak üzere ağır sanayi ürünleri gibi savaşa değil barışa ihtiyaç duyuyorlardı. Bilgisayarlar ve internetten yararlanan bütün dijital teknolojiler, onları pazarlayan sermayeye savaş koşullarında değil barış koşullarında daha fazla kâr getirirdi… Bunların hepsi doğruydu, fakat bu ürünler, henüz kârlarını savaşlardan elde eden eski tip sermayeyi tarihin çöplüğüne gönderecek kadar güçlenmemişti. Son on yıldaki gelişmelere bakarak eğilimin “barışçı sermaye” den yana olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz ama henüz savaşları sona erdirecek bilgi toplumu sermayesi bu rolünü oynayacak kadar güçlenmiş değil. (ABD’de 2006’da piyasa değeri en yüksek altı şirketten sadece biri -Microsoft- bilgi toplumu şirketiydi, 2016’da ise bu sayı beşe yükseldi: Apple, Alphabet, Microsoft, Amazon, Facebook).

 

Sermayenin “ucuz işgücü”lü ülkelere akını

 

Büyük devletlerin dünyadan pay kapma ve hâkim olma yarışının dünyanın doğusunda büyük yıkımlara ve göçlere yol açması, Batılı zengin ülke yurttaşlarında büyük bir tedirginliğe yol açtı. Kendi “milli” sermayelerinin işgücünün daha ucuz olduğu yerlere göçü zaten ülkelerinde bir işsizlik kaynağı olarak işliyordu, şimdi, Doğu’dan Batı’ya yönelik mülteci akını, onlardaki istihdam kaygısını daha da büyüttü ve Doğu’ya karşı ırkçılığa varan milliyetçi duyguları kışkırttı.

 

Tabii meselenin terör boyutu da var. Batı’nın refah toplumları, nedenine nasılına hiç bakmaksızın Doğu’dan gelen terör dalgasını Doğu’nun “vahşiliğine” ve inancına (İslamiyet) bağlıyorlar ve terör saldırılarından korunmak için önerilen bütün içe kapanmacı (madalyonun öbür yüzünde dışlayıcılık var elbette) politikaları destekliyorlar.

 

Hesaplanamayan şey neydi?

 

Küreselleşmenin, öngörüldüğü gibi enternasyonalist duyguları değil de milliyetçiliği büyüteceği neden öngörülemedi?

 

Her şeyden önce, dünyadaki toplam zenginliği tahmin edildiği gibi artıran küreselleşmenin, zenginliği bu ölçüde eşitsiz dağıtacağı hesaplanamadı. Bu, hem zengin ülkelerdeki huzursuzluğu hem de onların dışında kalan dünyadaki huzursuzluğu büyüttü.

 

Fakat en önemlisi, zenginiyle fakiriyle bütün ülkelerdeki insanların duyguları hesaba katılmadı. Bireyler gibi toplumların da kendilerini güvende hissetmediklerinde, korku ve endişe içine girdiklerinde bir yerlere sığınma ihtiyacı duyacakları hesaba katılmadı. Oysa küreselleşmenin yol açtığı tedirginlik büyük bir korkuya ve endişeye yol açmıştı.

 

İşte şimdi iyice ortaya çıktı ki, “belirsizlik” ve oradan türeyen korku ve endişe gibi ruh halleri normal koşullarda işleyecek denklemleri işlemez hale getirebilir.

 

Fred Halliday’in 21 yüzyıl tahminini bir daha hatırlayalım: “Önümüzdeki yüzyıl geride bıraktığımızdan daha iyi çıkabilir, ama geride bıraktığımız kadar, hatta daha kötüsü de olabilir. Ne de olsa tarihi belirsizlik çağında yaşamaktayız.”

 

2000’lerin, tıpkı yirminci yüzyıl gibi bir la bella époque (güzel çağ) olarak başladığını hatırlayalım ve bunu bugünün duygularıyla karşılaştıralım:

 

The Independent’ın haberine göre ABD ve Avrupa halklarının yüzde 60’ı yeni bir dünya savaşının yakında başlayacağına inanıyormuş…

 

Bu da eski Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Gorbaçov’un sözleri:

 

“Çok sayıda asker, tank ve zırhlı araç Avrupa’ya getiriliyor; NATO ve Rusya orduları ve silâhları, eskiden uzaktan birbirine bakarken, şimdilerde hemen ateş edecekmişçesine birbirine yakın konuşlanıyor. Politikacılar ve askeri liderlerin ağızlarından düşmanca sözler dökülüyor ve savunma doktrinleri de tehlikeli olmaya başladı. Yorumcular, TV şahsiyetleri de düşmanlık korosuna katılıyor. Dünya sanki savaşa hazırlanıyor gibi.”

 

Milliyetçiliğin bütün ulus-devletleri kapsayacak kadar kabardıktan sonra kendi kendine sönmesine hiç şahit olmadık. Dolayısıyla, tarihe bakınca iyimser olmak için fazla bir neden görülmüyor… Bildiğimiz milliyetçilik geri döndü ve galiba gerçekten de bir dünya savaşına sürükleniyoruz.

- Advertisment -