Ana SayfaYazarlar‘Âlet olma’ suçlamasının anavatanında ‘adalet yürüyüşü’

‘Âlet olma’ suçlamasının anavatanında ‘adalet yürüyüşü’

 

Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yıldırım’ın nispeten dolaylı olarak dile getirdiği suçlamayı bu defa dolaysız biçimde tekrar etti: "Sayın Kılıçdaroğlu'nun 'adaleti bulmak' adı altında yaptığı yürüyüş de esasında Fetullahçı Terör Örgütüne bir destektir…"

 

Bu kesin hüküm şu soruyla halleşmek zorunda: Neden?.. Bir puro bazen nasıl sadece bir puro olabiliyorsa, bir siyasi eylem neden gerideki bir başka siyasi gücün âleti olmaksızın, salt ilân ettiği amaçlar doğrultusunda var olamasın?

 

Bu soruya teorik-mantıksal düzeyde hiç düşünmeksizin yapıştırdığımız “olabilir tabii, neden olmasın” cevabını, pratik-reel tarih düzeyinde o kadar rahat tekrar edemiyoruz. Çünkü Türkiye tarihi, sivil ve özgürlükçü iddialarla başlatılmış, fakat zaman içinde gerideki gayri meşru iktidar arayıcılarının işine yaradığı (bazen de onlar tarafından örgütlendiği) açığa çıkmış çıkmış eylemlerle dolu bir tarih… Bu arka plan, iktidar karşıtı bütün eylemleri “âlet olma” suçlamasına açık hale getiriyor.

 

Bu tür eylemler çoğaldıkça…

 

Özellikle büyük kitlelere seslenebilme, onları etkileyebilme potansiyeline sahip siyasi eylemlerin baş belası olan “âlet olma” suçlaması, kolayca tahmin edilebileceği gibi öncelikle siyasi iktidarların kullandığı bir argüman… Muhalefetteyken, kendi örgütledikleri eylemler “âlet olma” suçlamasına mâruz kalan siyasi partiler, iktidar dönemlerinde bu defa suçlayıcı pozisyonda aynı argümana baş vurmakta ahlakî bir sorun görmüyorlar ve bu böyle devam edip gidiyor.

 

Yukarıda da dediğim gibi: Her türlü eylemi ancak ağır psikolojik bedeller ödenmesi şartıyla mümkün hale getiren bu anti-demokratik ucuzluğun kamuoyu nezdinde karşılık bulmasının nedeni ise, Türkiye’deki büyük siyasi eylemlere dair algıda zaman içinde ortaya çıkan değişiklikler… Kamuoyunun hiç değilse bir bölümünün sivil ve özgürlükçü olarak algıladığı kimi eylemlerin daha sonra gerideki bazı “devirmeci” güçlerin işine yaradığının (hatta bazen onlar tarafından örgütlendiğinin) ortaya çıkması, sonraki benzer eylemler için yürütülen menfî propagandanın etkili olması sonucunu doğuruyor. Nihai algının bu şekilde oluştuğu  eylemler çoğaldıkça, gerçekten özgürlükçü amaçlarla yürütülen ve demokrasiye hizmet eden eylemlerin de bu kategori içinde değerlendirilmesi (istismar edilmesi) o kadar kolaylaşıyor.

 

27 Mayıs’tan cumhuriyet mitinglerine…

 

Çoğu bir darbeyle sonuçlanan “sivil ve özgürlükçü” büyük ve uzun süreli eylemlerin bir bölümünde eylem sahipleri gerideki gayri meşru-devirmeci güçlerin yolunu açmak için bilinçli bir çaba içinde oluyorlar… Bu eylemlerin bir bölümünde ise eylem sahipleri, farkında olmaksızın gerideki güçlerin işine yarayacak bir faaliyetin içinde yer alıyorlar. Kanaatimce, mesela 27 Mayıs (1960) ihtilali ile 27 Nisan (2007) muhtıralarını önceleyen “sivil ve özgürlükçü” eylemler, mevcut siyasi iktidarı devirmeye aday bürokratik devlet güçlerinin önünü açmak, sahayı “yumuşatmak” için bilinçli olarak kotarılmışlardı. Buna karşılık 12 Eylül (1980) öncesinin eylemcileri ile, onların eylemlerini izleyen 12 Eylül darbesini yapan güçler arasında bu tarz bir ilişki yoktu. 12 Mart (1971) darbesini önceleyen eylemlerin ise karmaşık bir yapıda olduklarını söyleyebiliriz. O eylemlerin sorumluları olan siyasi partiler ya da grupların bir bölümü “ilerici ordu”nun “gerici siyasi iktidar”ı alaşağı edebilmesinin önündeki engelleri kaldırmak ve sahayı temizlemek için hareket ederken, başka bir bölümü siyasi iktidarın baskıcı niteliğine karşı mücadele etmekten başka bir amaç taşımıyordu.

 

Ben burada akla ilk gelenleri saydım… İkinci adımda mesela Susurluk kazasından (3 Kasım 1996) sonra başlatılan, tarihimizin belki de en sivil ve özgürlükçü hareketi olan “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemlerinin bir hokus pokusla “irticaya karşı laik Türkiye” kampanyasına dönüştürülmüş halini (ki ardından 28 Şubat geldi) sayabiliriz… Bu liste, biraz düşününce daha da zenginleştirilebilir.

 

Bugünlerin yarınları var…

 

Peki, eylemcilik tarihimiz görünüşte “özgürlükçü”, özünde özgürlük karşıtı bir dizi örnekle malûl diye… Eylem sahipleri eylemleriyle, bilerek ya da bilmeyerek, geri plandaki gayri meşru iktidar heveslilerinin ekmeğine yağ sürmüşler diye, tarihin bundan sonrasındaki bütün siyasi eylemleri “âlet olmak”la suçlamak haklı bir tavır olabilir mi?

 

Bu sorunlu özel tarihten yararlanarak her fırsatta “âlet olma” mugalatasına sığınan bir siyasi iktidar yarın muhalefete geçtiğinde her eylemi bu suçlamayla karşılaştığında ne yapacak?

 

Unutmamak lâzım: Bugünlerin yarınları da var. 

 

 

- Advertisment -